Komünist Yazardan Darwin Karşıtı Çıkış -II: Evrim Yanılgısı
25 Mart 2023 09:17 tsi
Her nereye baksalar Tanrı’nın varlığını gösteren işaretlerle karşılaşan kimi insanlar neden ateizmde direnirler?
Bu yazının öncesi için tıklayınız: Komünist Yazardan Darwin Karşıtı Çıkış - I : ''Hayatın Kaynağı Tanrı'dır'' Komünist Yazardan Darwin Karşıtı Çıkış - I : ''Hayatın Kaynağı Tanrı'dır'' | Mir Haber - İnternet'in Sağduyusu
Bilindiği gibi Charles Darwin tarafından ortaya atılan Evrim Teorisi, canlıların ilkel türlerden gelişmiş türlere doğal seleksiyon ve mutasyon gibi evrim mekanizmaları sayesinde kademe kademe evrildiğini iddia eder. Ortama en iyi uyum sağlayan bireyler kazandıkları yetenekleri gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu faydalı değişiklikler zamanla birikerek bireyi atalarından farklı yeni bir türe dönüştürüyordu. Evrime en büyük delil ise, oluşan bu türleri birbirine bağlayan ara geçiş formlarına ait, yeryüzünün değişik katmanlarında bolca bulunacağı umulan, fosillerdi.
Darwin’in bu tezi ortaya attığı 1859 yılında genetik, mikrobiyoloji, biyokimya gibi bilimler henüz ortada yoktu. Avusturyalı botanikçi Mendel, 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. 1900’lerin hemen başında ise genetik bilimi ve dolayısıyla genler ve kromozomlar keşfedildi. 1950’lerde DNA’nın da keşfiyle birlikte evrimin geçersizliği tamamen kanıtlanmış oldu. Çünkü DNA’daki dev bilgi, evrim mekanizmaları ve tesadüflerle açılanamayacak derecede büyüktü. Zira tek bir insan DNA’sının içerisindeki bilgi 1 milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak büyüklükteydi. Ayrıca sonradan kazanılmış faydalı-faydasız değişikliklerin yeni kuşaklara aktarılması ise hiç mümkün değildi. Bu gerçekler evrim mekanizmaları denen hayali mekanizmanın daha çalışmaya başlamadan durması anlamına geliyordu.
Evrim teorisi çıkmaza girince teoriyi kurtarmak için ortaya atılan neo-Darwinizm ve “sıçramalı evrim” gibi yeni tezler de ana teoriyle aynı kaderi paylaşacak ve gelişen bilim karşısında direnemeyip bilim tarihinin çöplüğünde yerlerini alacaklardı.
Üstelik ilk kuşun ani bir sıçramayla bir sürüngen yumurtasından çıktığı iddiası gibi, kimi canlıların birden bire ve hiç bir ara geçiş formu olmadan bir başka türe dönüştüklerini iddia eden “sıçramalı evrim” teorisi, trajikomik bir şekilde, evrimi değil yaratılışı doğruluyordu.
Şunu da belirtmekte fayda var: Evrim mekanizmalarından en önemlisi sayılan mutasyonlar genetik bilgiyi geliştirmezler, bireye yeni bilgi ekleyemezler; aksine genetik bilginin eksilmesine veya bozulmasına yol açarlar. Keza canlılardaki kompleks yapılara sahip göz, kanat, akciğer ve beyin gibi organları kademeli evrimle, mutasyonla açıklamak ise imkânsızdır. Çünkü bu organlar eksik ve kusurlu olarak çalışamazlar ve fonksiyonlarını tam olarak yerine getiremezler.
Darwin’in 1859 yılında yazdığı “Türlerin Kökeni” (The Origin of Species) kitabında ortaya attığı Evrim Teorisi, tek hücreli organizmalardan kompleks omurgasızlara her türün başka bir türe milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve kademeli olarak dönüştüğünü söylüyordu. Bu iddialarının mantıksal sonucu olarak dünyanın dört bir yanında milyonlarca hatta milyarlarca ara geçiş formu adı verilen ucube yaratıkların fosillerinin yer alması gerekirdi. Fakat yapılan hummalı kazılarda Darwin’in kitabında bahsettiği ve evrime kanıt olarak sunduğu ara geçiş formlarına, Coelacanth balığı, Archaeopteryx kuşu yanılgılarını; Piltdown Adamı ve Nebraska Adamı sahtekârlıklarını saymazsak, hiç rastlanamadı. Sonuç evrimciler için büyük bir hayal kırıklığı idi. Tüm araştırmalar yeryüzünde hayatın tüm çeşitliliğiyle Cambrien Devri gibi belli dönemlerde aniden ortaya çıktığını gösteriyordu. Darwin de zaten bu açmazın farkındaydı ve kitabının “Teorinin Zorlukları” başlığı altındaki bölümde, “Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde?” diye soruyordu.
Fosil kayıtları, evrimcilerin iddia ettiği gibi omurgasızlar-balıklar-amfibiyenler-sürüngenler-kuşlar-memeliler şeklinde ilkelden gelişmişe doğru ilerlediği varsayılan evrim şemasını doğrulayan kayıtlar olarak değil, aksine bir anda ve mükemmel halde ortaya çıkan canlıların kayıtlarıyla doluydu.
Sudan karaya geçişi ispatlayan ara geçiş formu olduğu iddia edilen 410 milyon yıllık Coelacanth’ın bugün de örnekleri görülen bir balık olduğu, keza uçamayan tüylü dinozorlar ile modern kuşlar arasındaki ara geçiş formu olarak sunulan 135 milyon yıllık Archaeopteryx fosilinin de soyu tükenmiş bir kuşa ait olduğu ortaya çıktı.
Normal yollardan delil bulamayınca kendi delillerini kendileri üretme yoluna giden evrimcilerin başarısız girişimlerinin bir ürünü olan Piltdown Adamı, Charles Dawson tarafından 1912 yılında İngiltere’nin Piltdown kasabası yakınlarında bir çukurda bir çene kemiği ve kafatası olarak bulundu. Uzun zaman müzelerde insan evrimine delil olarak sergilendi. Ancak 1949 yılında fosil uzmanlar tarafından incelendiğinde kafatasının 500 yaşında bir insana, çene kemiğinin de yakın zamanda ölmüş bir maymuna ait olduğu anlaşıldı. Dişler, çene kemiğine sonradan eklenmiş ve insana ait olduğu izlenimi vermek için de eklem yerleri törpülenmişti. Daha sonra bütün parçalar eski görünmeleri için, potasyum dikromat ile lekelendirilmişti.
1922 yılında Henry Fairfield Osborn tarafından ABD’nin Nebraska eyaletinde Pliocene Dönemi’ne ait olduğu sanılan bir azı dişi fosili bulundu. Uzun tartışmalar neticesinde bu dişin Hesperopithecus Haroldcooki Latince takma adı verilen “Nebraska Adamı”na ait olduğu söylendi. Ancak 1927’de iskeletin öbür parçaları da bulununca dişin, Prosthennops isimli soyu tükenmiş bir yabani Amerikan domuzuna ait olduğu anlaşıldı.
Evrim teorisine göre insanlar ve maymunlar, “maymunsu” ailesi adı verilen ve günümüzden 4 milyar yıl önce yaşadığı varsayılan ortak bir ataya sahiptiler. “Güney Maymunu” anlamına gelen bu otak ilk atanın (hominid) Latince adı: Australopithecus’du. İşin aslı ise sonradan anlaşılacaktı: Australopithecuslar, soyu tükenmiş gerçek maymunlar, homo serisindeki canlılar ise nesli tükenmiş insan ırklarıydı. Evrimcileri, Australopithecusların günümüzün insanının ilkel atası olduğuna ikna eden şey, bu maymunların iki ayakları üzerinde yürüdükleri düşüncesidir. Oysa sonradan yapılan bilimsel araştırmalar, iki ayakları üzerinde yürüyen yegâne canlının insan ırkı olduğunu, diğer canlıların iki ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine sahip olduklarını ortaya koyacaktı. Üstelik eğik yürüme, dik ya da dört ayak üzerinde yürümeye nazaran daha fazla enerji kaybına yol açıyordu ve dolayısıyla verimsiz bir yürüme şekliydi. Australopithecus-homo erectus-arkaik homo sapiens-homo sapiens neanderthalensis-cro magnon (mağara adamı) şeklinde ilerleyen sözde insan evrimi şemasında bir ara geçiş formu olduğu iddia edilen homo erectusların farklı kafatası yapısı; beslenme, genetik göç, diğer insanlarla belli bir süre kaynaşmama gibi nedenler sonucu ortaya çıkmış fiziksel farlılıklardı. Keza Avustralya’nın Kow bataklığında bulunan bu insan ırkına ait 13 bin yıllık fosiller de bu ırkın günümüze kadar yaşamış bir insan ırkı olduğunun açık bir kanıtıydı.
Evrimcilerin çizdiği insanın hayali soyağacına göre günümüz insanından önceki iki basamağı oluşturan arkaik homo sapienslerle homo sapiens neanderthalensisler, Aborjin yerlilerinin arkaik homo sapienslerin günümüzdeki temsilcileri olduğu örneğinde olduğu gibi, farklı bir tür olmayıp bazılarının temsilcileri günümüzde de devam eden farklı iki insan ırkıdırlar. Keza neanderthaller de, ölülerini gömen, çeşitli müzik aletleri yapan dolayısıyla hareket kabiliyeti, alet kullanımı, zekâ seviyesi ve konuşma kabiliyeti açısından modern insandan aşağı kalmayan zamanla asimile olmuş bir insan ırkından başka bir şey değildirler. Hatta araştırmalar, Neanderthallerin beyin hacimleri ve vücut yapıları itibariyle günümüz insanından daha gelişmiş olduğunu gösteriyordu.
Evrim teorisi canlılığın, ilkel dünya koşullarında rastlantılar sonucu meydana gelen bir hücreyle başladığını öne sürer. Ancak bir canlı hücre, tıpkı bir şehir gibi; çalışma sistemleri, haberleşmesi, ulaşımı ve yönetimiyle doğa şartları ve tesadüflerle meydana gelemeyecek kadar kompleks bir yapıdadır. Hücrenin tükettiği enerjiyi üreten elektrik santralleri; yaşam için zorunlu olan enzimleri ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek ürünlerle ilgili ürün bilgilerinin kaydedildiği bir bilgi bankası; bir bölgeden diğer bölgeye ürün ve hammadde taşıyan lojistik ağı; boru hatları; dışarıdan gelen hammaddeyi işleyecek gelişmiş laboratuarlar ve rafineriler; hücreye giriş-çıkışları kontrol edecek uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri bu kompleks yapının sadece bir bölümünü oluştururlar. Böyle bir hücrenin günümüzün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarında mitokondri, ribozom gibi hücrenin tek bir organeli bile, sentezlenemezken ilkel dünya şartlarında tesadüfen oluşması ise hiç mümkün değildir.
Hatta bırakın hücreyi, organeli hücreyi oluşturan binlerce çeşit kompleks protein molekülünden bir tanesinin bile doğa koşullarında tesadüfen oluşması mümkün değildir. Proteinler belli sayıdaki aminoasitlerin özel bir sırayla dizilmelerinden oluşur. Bir başka deyişle proteinin yapıtaşları aminoasitlerdir. En basit protein 50 çeşit aminoasitten oluşur. Örneğin bileşiminde 288 aminoasit bulunan ve 12 farklı aminoasit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği aminoasitler 10300 farklı şekilde dizilebilirler. Bu dizilimlerden sadece bir tanesi sözü edilen proteini oluşturur, geriye kanal tüm dizilimler çöptür. Tersten düşünürsek, yukarıdaki örnekteki protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimali 10300’de 1’dir. Bu da pratikte gerçekleşmesi imkânsız bir olaydır. Üstelik hücre sadece proteinden de meydana gelmemektedir. Yapısında proteinin yanı sıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi daha birçok kimyasal ve organik madde farklı farklı organellerin yapısında gerek yapıtaşı gerekse fonksiyon bakımından belli bir oran ve uyumda yer alırlar. Türkiye’de evrimci düşüncenin önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Ali Demirsoy, “Kalıtım ve Evrim” isimli kitabında canlılık için gerekli olan enzimlerden birisi olan Cytochrome C’nin tesadüfen oluşma ihtimalini şöyle açıklıyor:
“… Sitokrom-C’nin belirli aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç hata yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır…”
Üstelik canlılarda bulunan protein molekülünün meydana gelebilmesi için yalnızca aminoasitlerin uygun sırada dizilmeleri de yeterli değildir. Bunun yanında, proteinlerin yapısında bulunan 20 çeşit aminoasitten her birinin de yalnızca sol-elli olması gereklidir. Bu durum Britannica Bilim Ansiklopedisi’nin ifadesiyle, milyonlarca kez havaya atılan bir paranın her seferinde tura gelmesi gibi olasılık dışı bir şeydir. Doğada kimyasal olarak aynı aminoasitin eşit sayıda hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bir proteinin meydana gelebilmesi için gerekli aminoasit çeşitlerinin gereken sayı ve sıralamada ve gereken üç boyutlu yapıda dizilmeleri yetmez. Bunun için aynı zamanda birden fazla kola sahip aminoasit moleküllerinin yalnızca birbirlerine peptid bağıyla bağlanmaları gerekir. Bu durumda örneğin 500 aminoasitli ortalama bir protein molekülünün uygun çeşit ve sıralamada dizilmeleri ihtimalinin yanı sıra içerdiği aminoasitlerin sol elli olması ve bu aminoasitlerin her birinin de yalnızca peptid bağı ile bağlanmaları ihtimali:
Uygun çeşit ve sıralamada dizilme ihtimali 1/10650; sol elli olma ihtimali 1/10150; peptid bağı ile bağlanmaları ihtimali 1/10150 olmak üzere toplam 1/10950’dir (1/10650x1/10150x1/10150=1/10950).
Pratikte böyle bir ihtimalin gerçekleşeme şansı ise sıfırdır. Biyomatematikçilerin yaptıkları hesaplamalara göre tek bir proteinin tesadüfen oluşması için ne kâinatın ömrü yetiyor ne de kâinattaki madde miktarı. Örneğin 61 aminoasitli basit bir protein için her saniye ortalama 1060 tane deney yaptığımızı var sayarsak bu deneyler 30 milyar yılda ancak tamamlanabiliyor. Zaten kâinatın toplam ömrü 30 milyar yıl. Siz 61 aminoasitlik ortalama büyüklükte bir proteini yapamadan evren ömrünü tamamlamış olacak. Ayrıca evrende toplam 1080 tane elektron olduğu düşünülürse o kadar deneyi yapacak zamanınız olsa bile bu deneye yetecek miktarda evrende madde yok.
İnsan vücudu için hayati bir protein olan hemoglobin molekülünde üstteki örnekten farklı olarak 574 tane aminoasit bulunur. Vüvcudumuzdaki mlyarlarca kırmızı kan hücresinden yalnızca bir tanesinde 280 milyon hemoglobin molekülü bulunduğunu dikkate alırsak bırakalım kırmızı kan hücresini o hücrenin bir tane proteinin meydana gelebilmesi için bile dünyanın kalan ömrü yetmemektedir.
Peki, her nereye baksalar Tanrı’nın varlığını gösteren işaretlerle karşılaşan kimi insanlar neden ateizmde direnirler? Bu inkârlarının temel nedeni, maddenin ezeli ve ebedi olduğunu savunan materyalizm felsefesine ve onun doğaya uyarlanmış hali Evrim Teorisi’ne olan körü körüne bağlılıklarıdır.
Miller Deneyi
Evrimci bilim adamları, canlılığın tesadüfen cansız maddelerden oluşabildiği, tezlerini kanıtlayabilmek için bir takım deneyler yaptılar. Bunların en ünlüsü, 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan Miller Deneyi’dir. Stanley Miller, aminoasitlerin ilkel dünya şartlarında tesadüfen oluşabildiklerini ispatlamak için laboratuvarında ilkel dünyadakine benzer yapay bir atmosfer ortamı kurdu. Amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşan yapay atmosferde metan, amonyak, su buharı ve hidrojenin tepkimeye girmeyeceğini bildiği için de ilkel atmosfer ortamındaki yıldırımlara benzer şekilde ortama elektrik verdi. Miller, oluşturduğu bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100 derecede kaynattı, bir taraftan da bu sıcak ortama elektrik verdi. Bir hafta sonunda Miller, proteinlerin yapıtaşı olan 20 çeşit aminoasitten üçünün sentezlendiğini fark etti. Deney evrimciler arasında büyük bir sevinç yarattı ve evrimcilerin büyük bir başarısı olarak dünya kamuoyuna lanse edildi. Gerisi kolaydı: İlkel atmosferde meydana gelen aminoasitler proteinleri oluşturacak, proteinler de, her nasılsa ortamda hazır buldukları, hücre zarının içine kapağı atacaklar ve derken finalde ilkel ilk hücreyi oluşturacaklardı. Ee tabi hücreler de boş durmayacaklar yan yana gelip canlı organizmaları oluşturacaklardı… Fakat çok geçmeden büyü bozuldu, Miller Deneyi’nin pek çok yönden geçersiz olduğu kanıtlandı:
Miller, deneyinde “soğuk tuzak” (cold trap) isimli bir mekanizma kullanarak aminoasitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Aksi halde aminoasit oluşturan ortamın koşulları, aminoasit oluştuktan hemen sonra onu imha da edebilirdi. Ultraviyole ışınları, yıldırımlar, çeşitli zararlı kimyasallar, yüksek oksijen miktarı gibi unsurlar içeren ilkel dünya koşullarında böylesine bilinçli düzeneklerin olması da ayrıca imkânsızdı.
Miller’in deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. Miller, oluşturduğu yapay atmosfer ortamına ilkel dünya şartlarında olan azot ve karbondioksiti almamıştı. Bunların yerine ilkel dünya koşullarında yüksek ihtimalle olmayan metan ve amonyak kullanmayı tercih etmişti. Bu ısrarının sebebi de şuydu: Amonyak olmadan bir aminoasitin sentezlenmesi imkânsızdı.
Aminoasitlerin oluştuğu iddia edilen ilkel atmosfer ortamında oluşan aminoasitlerin tümünü imha edebilecek yoğunlukta oksijen de vardı. Gerçek ilkel dünyada olduğu gibi ortama oksijen verilseydi metan, karbondioksit ve suya; amonyak ise azot ve suya dönüşecekti. Diğer taraftan henüz ozon tabakası olmadığından yoğun miktardaki ultraviyole ışınlarına maruz kalan organik molekül zaten oluşsa da yaşayamayacaktı.
Miller Deneyi’nin sonunda sadece canlılık için gerekli olan aminoasitler elde edilmemiş, çok daha fazla miktarda canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozacak organik asitler de oluşmuştu. Aminoasitlerin izole edilmeyip bu kimyasallarla baş başa kalmaları halinde bunlarla tepkimeye girerek parçalanmaları, başka bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı. Ayrıca deneyin sonucunda sağ elli aminoasitler de oluşmuştu. Canlılığı bozan bu aminoasitlerin varlığı bile tek başına bu deneyi geçersiz kılmaya yetiyordu. Daha sonra aynı deneyi doğru gazlar ve doğru yöntemlerle tekrarlayan James P. Ferris ve Chin-Ti Chen sonuçta tek bir aminoasit bile elde edemediler. Zaten Stanley Miller’in kendisi de 1985 yılında İsveç Kraliyet Akademisi’nde verdiği konferansta deneyinin geçersiz olduğunu itiraf etti ve nedenlerini “Molecular Evolution of Life “adlı kitaptaki makalesinde açıkladı. Ayrıca bu deney, bir başka açıdan bakıldığında, canlılığın tesadüfler sonucu değil, bilinçli bir tasarım ve müdahalenin eseri olduğunu göstermesi açısından da önemliydi.
Özetle ne aminoasitler ne de bunların yan yana dizilmesiyle meydana gelen ve canlıların hücrelerini oluşturan proteinler, ilkel dünya şartlarında üretilemezler. Dahası proteinlerin kompleks kimyasal yapıları; sağ-el, sol-el özellikleri, peptid bağıları ile bağlanmaları gibi faktörler proteinlerin, sonrasında da tesadüfen oluşmayacaklarını gösteriyor. Kaldı ki sorun proteinlerin oluşmasıyla da bitmiyor. Çünkü proteinler tek başlarına hiçbir şey ifade etmezler. Zira proteinler kendilerini çoğaltamazlar. Ancak hücre çekirdeğindeki DNA ve RNA moleküllerindeki şifrelenmiş bilgiler sayesinde kendilerini sentezleyebilirler. DNA’daki şifre sayesinde 20 çeşit aminoasitin belli bir sırada sıralanmasıyla proteinler oluşur. Asıl sorun şu: Acaba DNA ve RNA rastlantısal olarak oluşabilir mi?
Bu sorunun cevabına geçmeden önce DNA’nın yapısı ve işlevleri hakkında çok temel birkaç bilgi vermekte fayda var:
Vücuttaki yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde yer alan DNA molekülü, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Dış görünümünden iç organlarının yapısına kadar bir insana ait bütün özellikler DNA’nın içinde özel bir şifreyle şifrelenmiştir. DNA’daki bilgi, yapısındaki, nükleotid ya da baz adı verilen, dört özel molekül olan adenin, timin, guanin ve sitozinin baş harflerinden olan A, T, G, C harfleri ile ifade edilir. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları ile oluşur. Bir DNA molekülünde yaklaşık 3,5 milyar nükleotid bulunur. Bir organa ya da başka bir deyişle proteine ait bilgiler, DNA üzerindeki gen adı verilen özel bölümlerde yer alırlar. Örneğin kalbe ait, göze ait bilgiler ayrı ayrı genlerde yer alırlar. Hücrelerin yapıtaşı proteinler, genlerdeki bu bilgiler sayesinde sentezlenir. Proteinlerin yapısını oluşturan aminoasitler, DNA’da yer alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade edilir. Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da şudur: Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelen en ufak bir sıralama hatası o geni tamamen işe yaramaz hale getirir. İnsan vücudunda yaklaşık 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyarlarca nükleotidin doğru sıralamasının tesadüfen oluşabilmesi imkânsızdır. Şöyle bir örnek verelim: Yaklaşık 300 amioasitlik orta büyüklükteki bir proteinin DNA zincirinde yaklaşık 1000 nükleotid bulunur. Bir DNA zincirinde dört nükleotid bulunduğu hatırlanırsa bu, 41000 tane farklı dizilim demektir. Bu da küçük bir logaritma hesabıyla 10620’ye karşılık gelir ki, bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) tesadüfen oluşma şansı yok denecek kadar azdır. Tüm bu zorlukların yanında çift zincirden oluşan sıkı helezonik yapısıyla DNA zor reaksiyona giren bir yapıya da sahiptir. Dahası DNA bir takım enzimlerin yardımıyla eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de yine ancak DNA’daki bilgiler sayesinde gerçekleşir. Her ikisi de birbirlerine bağlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için her ikisinin de aynı ortamda aynı anda mevcut olması gerekir. Ya da ikisinden birinin, diğeri için, önceden orada hazır bulunması (yaratılmış olması) gerekir. Özetle DNA ve RNA’nın rastlantısal olarak meydana gelebilmeleri ihtimal dışıdır.
Tanrı İnancı
Gözümüzle gördüğümüz şeylerin hiçbiri “Yaratıcı” değildir. “Yaratıcı”, gözümüzle gördüğümüz her şeyden başka, onlardan üstün bir varlıktır. Kendisi görünmeyen fakat yarattığı her şeyde kendisinin varlığı ve vasıfları görünen bir varlık…
Tanrı’ya inanmayan insan, sıkıntı, korku, endişe ve azap dolu bir yaşama mahkûmdur. Tanrı’ya inanan insan ise adil, huzurlu, mutlu ve akıllı bir insan olur. Tanrı’ya inanmayan, yalnızca bedeni isteklerinin tatmini için çalışan insanlardan oluşan bir toplum düşünülemez. Böyle bir toplumda cinsel sapkınlıktan alkol ve uyuşturucu bağımlılığına her türlü dejenerasyon görülür. İnsan sevgisinden uzak, egoist, cahil, düşünemeyen bir toplum oluşur. Elbette yalnızca kendi isteklerinin tatmini için yaşayan insanlardan oluşan bir toplumda huzur, sevgi ve barış ortamından söz edilemez. İnsan ilişkilerinin çıkara dayalı olduğu böyle toplumlarda müthiş bir güvensizlik ortamı oluşur. İnsanın samimi dürüst, güvenilir, güzel ahlaklı olması için hiçbir sebep olmadığı gibi; sahtekârlık yapmaması, yalan söylememesi, arkadan vurmaması için de hiçbir engel yoktur. Bu tarz toplumlarda ahlaki dejenerasyon ve manevi çöküntü kaçınılmazdır. İnsanlardan adaletsizlik, fuhuş, hırsızlık, cinayet, ahlaksızlık vb. her türlü negatif davranış beklenebilir. Dolandırıcılık, gasp, adam öldürme gibi her türlü suç işlenebilir. Üstelik çıkar ilişkileri üzerine kurulu böyle toplumlarda insanların birbirlerine duydukları güvensizlik kendi kişisel ruh halleriyle de sınırlı kalmaz. Toplumun geneline sirayet eder. Ve ne zaman ne yapacağı belli olmayan, korku ve endişe içinde; yaşamdan zevk almayan, şüpheci, kararsız, mutsuz ve umutsuz insanlardan oluşan zayıf, çürük ve hasta bir toplum oluşur.
Bedenimizden başlayıp akıl almaz büyüklükteki evrenin en uç noktalarına kadar fark ettiğimiz kusursuz dengenin ve mucizevi sistemlerin elbette bir sahibi vardır. O, elbette ki evrenin içindeki maddesel bir varlık olamaz. O, tüm evrenden önce var olan ve tüm evreni yoktan var etmiş olandır. O, her şeyin kendisinden vücut bulduğu ama kendi vücudu ezeli ve ebedi olan yüce bir varlıktır. Varlığını akıl yoluyla açıkça gördüğümüz Yaratıcımızın üstün sıfatlarını kâinat kitabı bize lisan-ı haliyle açıklar.
Ona derin bir saygı ve içli bir sevgiyle teşekkür etmemiz dileğiyle…
Osman Akyol
Yazar hakkında:
Şair ve yazar, oyuncu, eğitimci. 31 Ekim 1972’de Adana’da doğdu. Çandırlar Köyü İlkokulu’nu (1983), Yemişli Köyü Yatılı Kuran Kursu’nu (1985), Kozan Ellinci Yıl Lisesi orta kısmını (1988), Adana Baraj Lisesi’ni (1991) ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü (1996) bitirdi.
Komünist yazar Akyol, altısı öykü, biri araştırma/inceleme, dördü şiir türünde olmak üzere on bir kitaba imza attı.
Kitaplarından "İlahi Adalet Komünizm"e bir vatandaşın CİMER’e şikayeti üzerine Ekim 2019’da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu tarafından; “halkın bir kesimini sosyal sınıf, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılamak” ve “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçlamalarıyla dava açıldı.
Bu haber 1,202 defa okundu.
Yorumlar
+ Yorum Ekle