En Sıcak Konular

AHMET YESEVİ

16 Ocak 2014 12:59 tsi
AHMET YESEVİ Hemen hemen bütün dinlerin, ideolojilerin, felsefelerin ya da başka türlü düşünce yapılarının mükemmel insan ya da ideal insan modeli için önerdikleri 4 temel alanda önerileri olmuştur.

Ahmet Yesevi

Hemen hemen bütün dinlerin, ideolojilerin, felsefelerin ya da başka türlü düşünce yapılarının mükemmel insan ya da ideal insan modeli için önerdikleri 4 temel alanda önerileri olmuştur. 
Bu 4 temel alan şunlardır: 1. Tatmin ve ikna edici ontolojik yani varoluşsal açıklamalar, 2. Sağlam, doğru, gerekli, işlevsel bir bilgi felsefesi, 3. Her türlü insanlararası ilişkileri tanzim eden etik, ahlakî ilke ve değerler bütünü, 4. İnsanı, hayatı, varlığı, zamanı ve mekânı anlamlı, güzel, hoş, ahenktar bir anlayışla yorumlayabilen estetik algı. 
Ancak İslam'ın dışındaki önerilerin tamamı boş, anlamsız ve yanlıştır. Tek hak din olan İslam'ın ortaya koyduğu mükemmel insan tasavvurunu tasavvufî planda sergileyen ve somutlaştıran büyük İslam âlimlerinden biri Ahmet Yesevî'dir. 
Ahmet Yesevî, 1085-1095 yılları arasında bugün Kazakistan'ın bir şehri olan Sayram'da doğdu. Küçük yaşta anne babası öldü. Bir süre sonra Yesi şehrine taşındı. Orada Arslan Baba'nın tasavvuf terbiyesinde yetişti. Daha sonra da Buhara'ya gitti. Orada hem medresede okudu, hem de Şeyh Yusuf-ı Hemedanî'den tasavvuf eğitimini aldı. Bir zaman ilim ve irşadla meşgul olduktan sonra Yesi'ye geri döndü ve hayatının sonuna kadar orada kaldı. 63 yaşına geldiğinde Hz. Muhammed'e olan saygısından dolayı, ondan daha fazla yeryüzünde yaşamamak adına tekkesinin avlusunda kazdırdığı bir yer altı odasını çilehane yapıp ömrünün kalan kısmını burada ibadet ve riyazetle geçirdi. 1166'da vefat etti. 
Bir mutasavvıf, bir Müslüman Türk âlimi ve aydını olarak Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet adlı eserinde ortaya koyduğu hikmetleriyle insanı, kâmil insan yapan bu 4 temel alanda doyurucu açıklamalar yaparak, sahih İslam geleneğine bağlı bir mükemmel insan projesinin esaslarını ortaya koymuştur. Bu meseleyi Yesevî'nin hikmetlerinden hareketle açıklayalım. 
En önemli ontolojik sorun, yaratıcı ve yaratılan kavramlarının açıkça bilinmesi ve yaratıcı-yaratılan ilişkilerinin iyi düzenlenmesi, yaratılanın yaratıcı konumuna geçmemesidir. Yaratılan, kendisini yaratıcı konumuna ikame ederse insan bilinci allak bullak olur, huzursuzluk, sıkıntı, bunalım, buhran başlar. 
Bugün modern dünyanın ruhsal, toplumsal, felsefi, metafizik ve düşünsel sorunlarından biri, insanın yaratılan konumunu unutup yaratıcıya ait bazı özellikleri gasp ederek diğer insanlar üzerinde tahakküm ve tasallut kurmasıdır. Kapitalizmin ve emperyalizmin başlıca tezgâhlarından biri, bazı insanları insan olmaktan çıkarıp starlaştırıp insanların önüne sahte tanrılar olarak sunmasıdır. Mesela şarkıcıları, sinemacıları, futbolcuları, filozofları, ideoloji kurucularını, gazetecileri, akademisyenleri, karanlık aydınları ve içerden çökertmek üzere dini parselleyen sahte şeyhleri piyasaya sürerler. 
Ancak bu mesele, sadece bugün kapitalist sistemin ürettiği bir pazar mekanizması değildir. Hz. Âdem'den; özellikle Habil ve Kabil'den bu yana bu mesele, temel bir insanlık sorunudur. 
Ahmet Yesevi, insanlığın evrensel bir sorunu olan bu meseleyi sahte şeyh tipi üzerinden temellendirip genelleştiriyor. Şöyle der: 
"Şeyhim diye böbürlenen Hakk'a rakip 
Benlik eder Yaratan'a olmaz yakın 
Bidar olup dertsizlere tabip olur 
Bu dünyayı müminlere zindan eyler. 
      
Kendini şeyh sanır, torbası boşmuş 
Yirmi beşe onun yaşı varmamış 
Nasihatlar kılar yaşlıya, gence 
Anlamadan iyi ve kötü nece. 
     
Onun kötülüğü şeytandan da çok 
Mahşer sabahı yüzü kara kalkar 
Onların yüzünü asla görmeyin 
Öyle lanet şeyden el çekin." 
Modern dünyanın varoluşla ilgili bir sorunu, insanın tanrılaştırılmasıdır. Bu da esasta Ortaçağ sonrası görülen Hümanizm, pozitivizm ve son dönemlerde ortaya çıkan egzistansiyalizmle iyice temellendirilmiştir. Ortaçağ'da muharref yani aslından saptırılmış Hristiyanlığın mevhum bir tanrısının insan üzerinde baskısı vardı. Yani gerçek olmayan, beşer üretimi bir tanrı kavramının insanı ezen, yok sayan, insanın bilim ve sanat üretmesine izin vermeyen bir tutumu vardı. Ortaçağ'dan sonra Yeni Çağ'da buna tepki duyan insan, bu sefer tanrıya karşı insanı ilahlaştırdı ve buna hümanizm dedi. Pozitivizm ise insan aklının ürünü olan müspet bilimlerin cenneti bu dünyada gerçekleştirme tasavvurudur. Dolayısıyla bunu yapacak olan da tanrı-insan figürüdür. 
Egzistansiyalizm yani Varoluşçuluk felsefesi ise insanın var oluşunu, hayatına anlam katan değeri, dünyanın ve hayatın nasıl kurgulanacağını belirleyen temel kaynağın tanrı değil de vahiyden bağımsız saf insan iradesi olduğu iddiasını taşır. Yani bunda da yine insan, tanrı yerine geçmektedir. Ama bu algı onları tatmin etmemiş ve hayatı saçma, absürd, abes olarak görmüşler ve bunalıma düşmüşlerdir. Yani çaresizlik ve çözümsüzlük içinde kalmışlardır. 

Ahmet Yesevî işte bütün bu modern sapmalara karşı doğru bir bilgi ve tavrı temsil ediyor. O, hikmetlerinde insanın insan, tanrının da tanrı olduğunu sürekli hatırlatıyor. Bu bağlamda Allah sevgisini, ilahî aşkı, insanın acizliğini ve kulluğunu terennüm ediyor. [1]

Yesevi ile arınma

İnsanın zaman zaman bilerek veya bilmeyerek işlediği kötülüklerden rahatsız olması, vicdanıyla hesaplaşması, pişmanlık duyması, vazgeçmesi, insanî özelliklerinden biridir.  

İslam kültüründe Müslümanın işlemiş olduğu günahlardan, kötülüklerden arınması çok istenen bir şeydir. İslam'da arınmanın en önemli yollarından biri tevbedir. Müslüman tevbe ede ede, arına arına mükemmel insan olmaya doğru yol alır.  

Bu bağlamda Ahmet Yesevi'nin hikmetlerinde arınma motifine bolca yer verdiğini görmekteyiz. Hoca'nın arınma işlemine nasıl yaklaştığını, hangi yöntemlerle arınmaya çağırdığını hikmetlerinden hareketle irdelemeye çalışalım.  

Ontolojik Bir Temellendirme: Fenâfillah Olarak Arınma: Tasavvufa göre insanı ilahlaşmaktan koruyan zırh da fenafillahtır. Yani Allah'ı devre dışı bırakıp onun yerine insanı tanrılaştırma eğilimine karşı, insanın varlığını Allah'ın varlığında eritmek. Yani fani, geçici, zayıf, aciz, eksik ve kusurlarla dolu insanın ebedî, sonsuz, her anlamda tam ve mükemmel olan Allah'la aynileşmesi, onunla bütünleşmesi, beşerî iradesini küllî irade olan Allah'ın iradesine bağlaması, Allah'ın istekleri çerçevesinde bir hayat kurgusu, aslında geçici olan insanı sonsuzluğa kavuşturuyor. Bu da çok sağlam bir koruyucu kalkan ve son derece emin bir sığınaktır. Dolayısıyla fenafillah, insanın varoluş meselesini en doğru bir yere oturtur. Ahmet Yesevî'nin ilahî aşkı terennüm eden hikmetlerini bu çerçevede algılamak ve yorumlamak lazım. 

Fenafillah, Müslümanın kendi varlığını Allah'ın varlığında eriterek benlik davasından vazgeçip tamamen Allah'a râm olması, iradesini ilahî irade içinde yok ederek tam teslim olmasıdır. Dolayısıyla tasavvufta fenafillah, yüksek bir mertebedir ve kişinin günahlardan arınmasında bu mertebe önemli bir aşamadır. Günah ve kötülükler, kişinin nefsinin benlik davası gütmesinden kaynaklanır. Nefsin benlik davasından vazgeçmesi demek, günahlarından arınması demektir. Nitekim Ahmet Yesevî bir hikmetinde şöyle der:  

"Adım sanım hiç kalmadı, lâ lâ oldum  Allah yâdını diye diye illâ oldum;  Halis olup, muhlis olup fenâ oldum;  Fenâ fi'llah makamına yükseldim işte"  Bir kişinin adının sanının kalmaması, benlikten, gururdan, şöhretten, iddia sahibi olmaktan, dik başlılık yapmaktan, tiranlıktan uzaklaşması demektir. Halis muhlis halde fena olmak, dünyaya ait bütün isteklerden, menfaatlerden vazgeçmesi, kendini tamamen Allah'a adaması demektir. Böyle bir kişi de arınmış, ruh ve kalp mutluluğuna ermiş demektir.  

Fenafillah kuvvetli bir ilahi aşkla olur. İnsan var oluşu, Allah'a olan kuvvetli bir aşkla ve O'nda fani olarak, O'nunla bütünleşerek gerçekleştirmiş olur. Adım sanım hiç kalmadı demek, kendimi tanrılaştırma anlamına gelecek gururdan, kibirden, benlik davasından, şan ve şöhretten, insanlar üzerinde zalim bir baskı hevesinden tamamen uzaklaştım demektir. Lâ yani yok oldum, hiç oldum. Allah varken, ya da Allah'ın yanında ayrıca ben, benlik davası güdemem demektir. Allah adını ana ana, zikrede ede illâ yani Allah'ın dışında sadece insan, ancak aciz bir beşer oldum manası dillendiriliyor.  Yesevî şöyle der:  "Yüce Allah âşıklara verdi aşkını Şükürler olsun yanıp tutuştum ben de İki âlem gözlerimde haşhaş tanesi Görünmedi yalnız Hakk'ı sevdim ben de  Candan geçtim yalnız Hakk'ı cana kattım Ondan sonra derya olup taştım ben de Mekânsızlığı seyrederek mana açtım Dünya, ukba yüzbin defa boşadım ben de." [2] 

Ahmet Yesevi'de kibirlenmeyi terk ederek arınma

Bugün modern dünyanın sorunlarından biri kibirliliktir. Bu da yine varoluş sorunuyla alakalı olarak kendi konumunu kabullenmeme demektir. Kibirlenme, büyüklenme demektir. Yani insanın insan üzerinde üstünlük, ayrıcalık, büyüklük sahibi olduğuna inanması demektir. Bu anlayış, İslam'a tamamen terstir. Zira İslam'da tek büyük vardır o da yaratıcı Allah'tır. Bütün insanlar ise yaratılmış varlıklardır ve bu noktada eşittirler. Yaratılmış kul olan insan eksiklerle, yanlışlarla doludur. 

Kendisi gibi yaratılmış kul olan başka insanlar üstünde üstünlük, büyüklük taslayamaz, gururlanamaz. Böyle yaptığı takdirde zulüm, haksızlık ve kötülük yapma ihtimali artar. Bu bağlamda mesela Firavun, kendisini diğer insanlardan üstün gördü; hatta kendisini tanrı ilan etti ve bu yanılgıyla insanlar üzerinde korkunç bir baskı ve zulüm yaptı. Onun için İslam, kibirlenme, büyüklenme konusunda Firavun'u ibret alınması gereken kötü bir örnek olarak verir. 

Ahmet Yesevî bu İslam anlayışına bağlı kalan bir Türk bilgesi olarak şiirlerinde bu konuyu ele almış ve kibirlenmeyi terk ederek arınma ve bu yolla mükemmel insan (insan–ı kâmil) olma yolunu tutmuştur. Bir hikmetinde şöyle der: 

"On üçümde nefs arzusuna kapılıverdim; 

Nefs başına yüz bin belâ tutup saldım; 

Kibirlenmeyi yere vurup yenebildim; 

On dördümde toprak gibi oldum işte" 

Toprak gibi olmak, tevazu sahibi olmaktır. Toprak nasıl başı göklerde değil de yerlerde serili vaziyette ise ve hiç büyüklük göstermeden sessiz sedasız mütevazi bir şekilde sürekli meyve sebze gibi faydalı değerler üretmeye devam ediyorsa kibirden arınan insan da öyle olur.

Çağımızın, modernitenin en büyük hastalıklarından biri, kendisinde üstün özellikler vehmeden bazı kişilerin bu ayrıcalıklarından dolayı nefislerini, egolarını, benliklerini ilahlaştırmaları, bir bakıma modern anlamda firavunluk taslamalarıdır. Bugün bunu her alanda görüyoruz. Siyasi parti liderleri, cemaat, tarikat şefleri, ideolojik grup başları, ya da başka türlü topluluklarda önderlik konumuna gelmiş kişilerde bu hastalık oldukça yaygındır.

Ahmet Yesevî, bu meseleyi kendi içerisinde halletmiş ve bir insanın ne olursa olsun neticede her zaman kusurlu, eksik, hatalı olmaya eğilimli aciz bir beşer olduğunu, hiçbir zaman kendisini tanrılaştıramayacağını, tanrılık konumunda bulunamayacağını, kişiliğini kutsallaştıramayacağını vurgulayarak insanî anlamda var oluşuna uygun bir tevazuyu telkin eder ve şöyle der:

"Kul Hoca Ahmet, sen kötülerin en kötüsü

Herkes buğday oldu, sen samansın saman

Yoldan sapan günahlıların en cahilisin sen

Gelin toplanın zikreden kullar, zikredeyim sizinle"

Bugün bir siyasi parti üyesi, başkanını ucundan kıyısından eleştirmeye kalksa hain ilan edilir ve hemen partiden atılır. Bir cemaat şefi eleştirilse, eleştiren kişi tamamen aforoz edilir; hatta kâfir ilan edilir. Hiçbir lider kendisini kusurlu, eksik, yanlış görmez. Hepsi âdeta birer çağdaş Firavun gibi dolaşır, tevazuun adı bile geçmez. Bugünkü çağdaş Firavunlar, kendilerini beğenirler, başkalarının da sadece kendilerini beğenmelerini beğenirler. Böylesine patalojik bir sapma, bir hastalık içindedirler. Bütün Türk dünyasını manevî nüfuzu altında tutan Ahmet Yesevi'nin yukarıda verilen tavrı, yönetişim sorunlarımızın halli için bugün bize çok lazım.

İnsan tabiatında var olan, dizginlenmezse toplumsal felâketlere yol açan Karunlaşma ve Firavunlaşma eğilimini Yesevi, açık bir dil ve üslupla şöyle anlatır:


"Dünya ehli malını görüp hevâ kılar;

Benlik fikriyle dava–yı Hüdâ kılar;

Öldüğünde imanından cüdâ kılar;

Can verende hasret ile gider dostlar." [3]

Ahmet Yesevi'ye göre iktidar, para ve şehvet

İnsanlığın kutsadığı, yücelttiği, esir olduğu, peşinden koştuğu üç dünyevî önemli değer vardır: İktidar, para ve şehvet. Halkımız bunu kafiyeli bir şekilde veciz olarak "Masa, kasa, nisa" diye özetlemiştir. Bu üç maddî, dünyevî ve fanî değer kontrol altına alınmazsa, dizginlenmezse, olumlu yönde kanalize edilmezse hem ferdî, hem de toplumsal anlamda insanlık için felaket olur. Nitekim bugün modern dünyanın belli başlı sorunlarından biri budur. Rejimler, hükûmetler, diktatörler, sultanlar, patronlar, müdürler, yani küçük ya da büyük belli başlı toplumsal grupların yönetimini ele geçirenler, kendilerinde mutlak bir iktidar gücü, sonsuz bir tahakküm, sorgulamasız bir sulta hakkı vehmekte ve yönetilenler üzerinde Firavun baskısı uygulamaktadır. 

Ayrıca parayı, ekonomik gücü ele geçirenler de Karunlaşmaktadır. Firavnî manada siyasi baskı gücü Komünizm ve Faşizmle kurumsallaşmış, Karunî manada ekonomik sömürü de Kapitalizm ile kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Şehvet ise hem Firavunların, hem Karunların, hem Komünist rejimlerin, hem kapitalist rejimlerin insanları oyalama, elde tutma, ekonomik anlamda pazar edinme vesilesi olmuştur. Yesevî bu meseleye de değinmiş:

"Bu dünyaya bina koyan Karun hani,

Dava kılan Firavun ile Haman hani,

Vamık, Azra, Ferhad, Şirin, mecnun hani

Kahr eylese bir lahzada yeksan kılar."

Yine bir başka hikmetinde aynı meseleye şöyle temas eder:

"Dünya benim mülküm, diyen sultanlara,

Âlem malını sayısız yığıp alanlara,

Yeme içme ile meşgul olanlara,

Ölüm gelse, biri vefa kılmaz imiş."

Bütün dünyayı kendi mülkü, kendi memleketi, kendi ülkesi olarak görüp insanlar üzerinde kişisel siyasi iradesini tek belirleyici, tek karar verici, tek hâkim kabul eden Firavun ruhlu emperyalist liderlerin sonu yok olup gitmektir. Tarih boyunca Firavunluk taslayan nice tanrılaştırılmış ya da kendisini tanrı ilan etmiş fani beşerlerden bugün iz kalmamıştır, hepsi fani olup gitmiştir. O bakımdan doğru tavır, İslamî tavırdır yani insan tanrı değildir. İnsan, insan olduğunu bilecek, diğer insanlar üzerinde tanrılık taslamayacak, haddini bilecek, egosunu kontrol altında tutacaktır. 

Diğer yandan aynı hikmette hemen ikinci mısrada bütün insanların malını sayısız yığan ve kendi zimmetine geçiren kapitalistlere de yer veriyor. Bugün dünyanın en önemli sorunu, az sayıdaki kişinin çok sayıdaki insanın hakkını, hukukunu gasp edip aşırı zengin olmaları, Karunî bir ruhla insanları sömürmeleri, usulsüz, kanunsuz ya da kanunlara uydurarak hakkı ve istihkakı olmayan malları, paraları, ekonomik değerleri üzerlerine geçirmeleridir. 

Yesevî bu mesele konusunda son derece duyarlıdır. Allah bütün insanlara rızık vermiştir. İnsanlar da kendi haklarına kanaat edip başka insanların malını, mülkünü, parasını gasp etmemelidir. Fakat bugün dünyaya hâkim olan kapitalist sistem, Yesevî'nin dediği gibi âlemin malını sayısızca yığıp alanlara hizmet etmektedir. Dünya da çok uluslu şirketler adı verilen bu hırsızlar, yağmacılar, gaspçılar, talancılar tarafından yönetilmektedir. Paraya hâkim olan, yönetimi de belirliyor. 

Yesevî, aynı hikmette siyasi baskı figürü olan Firavun ve ekonomik baskı gücünün temsilcisi olan Karun tabiatlı insanlardan bahsettikten sonra üçüncü sınıf insan türünden de bahsediyor. Onlar da sade yeme içme ile meşgul olanlar. İnsanlık âleminin en tehlikeli topluluğu bunlardır. Zira bunlar sorumsuz, ruhsuz, bilgi ve bilinçten yoksun olarak hayatı, sadece biyolojik hazlarını tatmine dönük olarak kurgulayanlardır. 

Bunlar hedonist, zevkçi, anlık, günlük zevklerine, keyiflerine, salt kişisel menfaatlerine göre yaşayan, hayatı böyle algılayan, toplumsal sorunlara duyarsız bir yığındır. Ne Firavun ruhluların diktatörce baskılarıyla ne de Karun ruhluların ekonomik sömürüsüyle ilgilenirler. Bugün dünyaya hâkim olan kapitalist emperyalist dünya sistemi, kitleleri böyle bir yığına döndürme mekanizması kurmuştur. 

Televizyonların neredeyse tamamı, eğlence, oyun, uyutma, uyuşturma programlarıyla doludur. İnsanlara hayatta hedef olarak sadece bolca eğlenme, bolca tüketme, tüketmek için çalışma felsefesi telkin edilmektedir. Hem Karun hem de Firavun kimliklerini birlikte taşıyan Kapitalizm insanı düşünmeyen, sorgulamayan, hak, adalet, insanlık için mücadele etmeyen, salt midesine dönük bir hayat yaşayan bir tüketim nesnesine dönüştürmüştür. 

İşte 4 mısralık bu veciz hikmette Ahmet Yesevi, modern dünya hallerini ileri görüşlü bir veli, bir büyük Müslüman Türk aydını olarak açıkça ortaya koyuvermiş.

Maalesef Türk milletini yönetme konumunda olan insanlar, bugün kendilerini tanrılaştıran nefislerinin beğenilme, eleştirilmeme arzusu esareti altındadırlar. Bu esaretten kurtulup özgürleşmenin yolu, nefsin, egonun esaretine karşı toprak gibi mahviyete ve mutlak tevazuya dayalı ruh istiklaliyle mümkündür. Yesevî şöyle der:

"Gerçek gönülde namaz kıl, Allah bilsin

Halk içinde kötü görün, âlem gülsün

Toprak gibi hor görül ki nefsin ölsün

Yardım etsen nefsini yenip ağlasam ben."

Modern zamanlarda kapitalizm de insanların tanrılaşmasında, egolarının, nefislerinin ilahlaştırılmasında çok büyük bir katkıya sahiptir. Çok çeşitli ve renkli elbiseler, takılar, mücevherler, süslemeler, eşyalar, arabalar, malikaneler şunlar bunlarla olağanüstü güzel, olağanüstü yakışıklı, olağanüstü başarılı, çok para kazanan, kitleleri peşinden sürükleyen starlar, efsaneler, idoller, şunlar bunlar üretti. 

Bu figürler de televizyonlar, gazeteler, reklamlar, internet ve değişik iletişim kurum ve araçları kanalıyla topluma özenilen, ulaşılamayan rol modeller olarak sunuldu. Dolayısıyla tanrı insanlar çoğaltıldı, insanlarda da bunlar gibi tanrı insan olma hevesi uyandırıldı. Bu bir çağdaş sapmadır, hastalıktır, insanı olması gereken normal konumundan hiç olamayacağı, olması mümkün olamayan hayali konumlara itildi, zorlandı. Bu da değişik psikolojik, toplumsal ve ekonomik sorunlara yol açtı.[4]

Ahmet Yesevi'de aşka dayalı arınma

Aşk, genel manada bir insanın başka bir şeyi sevmesi demektir. İnsanın tabiatı, hayvanları, çiçekleri, çalışmayı, sanatı, bilimi; kısacası her şeyi çok sevmesi genel manada aşktır. Fakat bizim kültürümüzde aşk terimi, insanın karşı cinsini ya da Allah'ı sevmesi olarak yaygınlaşmıştır. Türk edebiyatı kadın aşkı ve Allah aşkı konusunda oldukça zengindir. 

İnsanı insan yapan temel hususiyetlerden birisi aşktır. Yani sevme, bağlanma, tutku; hatta ihtiras ve bu uğurda her türlü fedakârlığı saf bir kalple ve katışıksız bir feragatla kabullenme ve sonunda sızlanmama. Bir yerlerden okuduğum ya da birilerinden duyduğum "âşık olmayan eşek olur" sözü anlamlıdır. Zira âşık olmak demek, farkına varmak demektir. Duygusal, manevi, soyut zenginliklerin farkına varmak, varlıkların olayların, zamanın, mekanın, insanın içine gizlenmiş olan güzellik gibi olağanüstü bir değeri keşfetmek demektir. Âşık olmak, hayatı bütün derinliğiyle duyumsayarak yaşamak demektir. Âşık olmayan eşek olur, yani hayatı salt yeme, içme, uyuma faaliyetlerinden ibaret olarak görür. Âşık olmayan kişi, hayatı ve dünyayı derinliğine kavrayamaz, salt biyolojik bir süreç olarak görür, maddenin dışında manevi zenginlikleri görmeden ot gibi yaşayıp gider. Aslında böylesine bir hayat, yani eşek gibi yaşanan bir hayat, yaşanmamış sayılır. Ya da bir başka ifadeyle insanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerini kullanmayarak kendi var oluşuna ihanet etmesi demektir. 

Aşkla arınma nasıl olur? Âşık olan insan, karşısındaki insanın değerini, önemini derinden hisseder. Aşk, insan duygularını inceltir, eğitir. Sevmenin ne demek olduğunu bilen insan, başkasına kötülük yapmaktan olabildiğince çekinir. Özellikle Allah aşkı çok derin olan insanlar, kötülük ve günah işlemekten iyice çekinirler. Kişide Allah aşkı ne kadar derinse o kadar mükemmel insan olur. Dolayısıyla tasavvufta ilahi aşkla arınma, çok önemli bir olgudur. Ahmet Yesevî bir hikmetinde şöyle der: 

"Dertsiz insan insan değil, bunu anla; 

Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinle; 

Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağla; 

Ağlayanlara has aşkımı bağışladım." 

Yesevî, aşkı olmayan insanın hayvan olduğunu söylüyor ki bu doğrudur. İnsan da hayvan da canlıdırlar ve ikisi de yeyip içer, soluk alıp verirler. Fakat aralarındaki fark, insanın şuurlu ve duygulu olmasıdır. Aşk, büyük bir şuur ve derin bir duygudur. Bu, hayvanda yoktur. Hayvanlar sadece cesetleriyle ilgilidirler, maddi boyutla sınırlıdırlar. İnsan ise biyolojik varlığından öte maneviyatla, duyguyla, düşünceyle, kültürle, sanatla, bilimle de ilgilenir. Asıl manevi tarafıyla anlam kazanır. Aşk, varlığı derinden hissetmek, farkına varmaktır. Hayvanda bu yoktur. Yesevî'nin "Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinle;" mısraı, Türkiye Türkçesinde güzel bir nükte olarak şöyle ifade edilir: "Âşık olmayan eşek olur." 

Aşk, başkasını sevmek ve onun için fedakârlık yapmak demektir. Aşk, başkasına kötülük değil iyilik yapmaya sevkeder. Aşk, ince, derin insani duyguları geliştirir. Dolayısıyla insanın kabalıklardan, kötülük yapma istek ve duygularından arınması için aşk derinliği kaçınılmazdır. 

İnsan Allah'a sonsuz bir aşkla bağlanarak, Allah'ta yok olarak, Allah'ta sonsuzluğa ulaşarak sonsuza dek diri kalırlar. Bu da ontolojik anlamda insanın tatmin olması demektir. Allah'a inanmayan insanın varlık ve varoluş sorunu çözümlenmemiş olur. Bu da insanı bunalıma sokar. Huzur, Allah'a sonsuz aşktadır. Yesevî şöyle der: 

"Gerçek âşıklar diridirler ölmezler 

Ruhları da yer altına girmezler 

Zâhid âbid bu anlamı bilmezler 

Gerçek âşıklar halkın Hızır'ıdırlar." 

Ontolojik anlamda var oluş sorununun gerçek çözümü, kişinin ruh ve beden varlığının tamamında Allah'ın bütün isimlerinin tecellilerini, Allah'ın kendi varlığı üzerindeki mutlak tasarrufunu derinden, içten, gönülden, kalpten hissetmesindedir. Bu anlamda insanın kendi varoluşunun hakikatini en iyi hisseden, büyük bir aşkla Allah'a bağlanan Hallac��"ı Mansur'dur. Nitekim Ahmet Yesevî, bu meseleyi en iyi kavramış velilerden biridir. Şöyle değerlendirir: 

"Mansur der: Ene'l��"Hak erenler işi, doğru 

Mollalar da: Yanlış, gönlüne kötü gelip 

Söyleme Ene'l��"Hak, kâfir oldun Mansur der 

Kur'an içinde budur deyip öldürdüler taş atıp 

Bilmediler mollalar Ene'l��"Hak'kın manasını 

Zahir ehline hal ilmini görmedi münasip." [5]

Ahmet Yesevi'de nefis terbiyesiyle arınma

İslam anlayışında nefis ve şeytan, insanı günah işlemeye sevkeden iki emel unsurdur. Bu dünya imtihan dünyasıdır. Nefis ve şeytan, insanı günah işlemeye yönlendirir ama insan bunlarla mücadele ederek iyi müslüman olur yani iyi insan olur. Nefisle ve şeytanla mücadeleyi kazanan kişi imtihanı kazanmış demektir. Dolayısıyla nefisle ve şeytanla mücadele etmek, arınma çabasıdır. Tasavvufta nefsi terbiye etmek için pek çok yöntem kullanılır. Nefis, insanın içinde bulunan ve insana kötülük yapan bir düşmandır. Dolayısıyla Müslüman, ömrü boyunca bu nefisle mücadele etmek durumundadır. 

Ahmet Yesevî pek çok şiirinde nefsi kötülemiş, nefisle mücadele etmeyi temel görev bilmiştir. O, nefsin insana ne gibi kötülükler yaptığını sayıp dökmüştür. Bir hikmetinde şöyle der: 

"Nefs yoluna giren kişi rezil olur; 

Yoldan azıp gezip tozan şaşkın olur;

Yatsa, kalksa, şeytan ile yoldaş olur; 

Nefsi tep sen, nefsi tep sen, ey bed-girdâr (kötü huylu) 

Nefsin seni son deminde fakir kılar; 

Din evini yağmalayıp harap kılar; 

Öldüğünde imanından ayrı kılar; 

Akıllı isen pis nefisten ol sen bîzâr (bıkmış, usanmış)." 

Nefis terbiyesi ya da nefisle mücadele, aslında insanın kendisini otokontrole tabi tutması, kendi kendisini sorgulaması, özeleştiri yaparak fazlalıklarını, budaklarını, çıkıntılarını budayarak nizama girmesidir. İnsan, yapıp ettiklerini vicdan ve iman gibi iki temel ölçüte ve mihenge vurmazsa, kontrolsüz biçimde yaptıklarının farkına vardıracak bir hesaba çekiciyle karşılaşmazsa nerede duracağı belli olmayan, freni patlamış bir araba gibi muhakkak bir yerlere toslar. Onun için Müslüman hayatını, yaptıklarını, işlerini, fiillerini sorgulayarak, düşünerek düzenlemeye, fazlalıklarını törpülemeye çalışır. Ancak böylesine bir özeleştirel hayatla mükemmel insan olma sürecine girmiş olur. Bunun yolu yöntemi de nefis terbiyesidir. Yani nefsin azgınlıklarına ket vurma, nefsin şımarıklıklarının kendisine ve topluma zarar vermesine engel olma, Allah'ın sınırlarına tecavüz etmesine izin vermeme halidir. Nefis terbiyesinin nihai hedefi, kişiye haddini hatırlatmak, bildirmek ve hudutlarını taşmasına izin vermeyerek onu kendi sınırları içinde tutmaktır. Tasavvufun esası da budur. Ahmet Yesevi hikmetleri bu meseleyi ayrıntılı olarak irdeler. 

Nefis terbiyesinin en iyi yöntemlerinden biri iyilik yapmaktır. Zira iyilik, duyguları terbiye eder. İnsana insan oluşunu, eksiklerini, zaaflarını, sonunu, nereden gelip nerereye gideceğini hatırlatır. İyilik yapmak, kişiye kendisi gibi olan diğer insanlarla arasındaki birlik, beraberlik, kardeşlik durumunu hatırlatır. İyilik yapmak, insana kibirlenme, büyüklenme hastalıklarına tutulmasına izin vermez. İnsanı insan konumunda tutan temel dinamiklerden biri iyiliktir. İnsan iyilikle insanlığının farkına varır. İnsan iyilikle yaşadığını hisseder ve hayatından zevk alır. İnsan iyilikle ihtiraslarından, kendisini yakıp kül eden ve huzursuz eden, hayatını mutsuzlukla cehenneme döndüren azgın tutkularından kurtulur. 

Hoca Ahmet Yesevî, iyi Müslüman olmanın yollarından birinin gariplere ve yetimlere ilgi göstermek olduğundan bahseder. Buradan hareketle bu davranışın insan ruhunda merhametle bir yumuşaklık doğuracağını ve böylelikle merhamet eden, kalbi yumuşak olan insanın arınma yolunda önemli bir sürece gireceğini vurgulamak ister gibidir. Bir hikmetinde şöyle der: 

"Akıllı isen gariplerin gönlünü avla; 

Mustafa gibi ülkeyi gezip yetim ara; 

Dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevir; 

Yüz çevirip, deniz olup taştım işte." 

Burada dünyaya tapan soysuzlara değil de garip ve yetimlere ilgi göstermenin önemine vurgu yapıyor. Çünkü böyle yaparsa kişi, maddeye taparlıktan, dünyaya dalmaktan vazgeçecek, garip ve yetimlerin halini anlayacak, onlara merhamet edecek, kalbi yumuşayacak, kötülük işleme ihtimali azalacaktır. Deniz olup taşması, duygu ve maneviyat itibariyle zenginleşmesi demektir. Acıma, merhamet duygusu yoğun olan insan, âdeta sonsuzluğa ulaşmış gibi olur. Dolayısıyla günah ve kötülüklerden arınma yollarından biri müslümanın toplumsal sorumluluğunun bilincinde olarak yardıma muhtaç olanlara yardım etmesi, ilgiye ihtiyaç duyanlara ilgi göstermesidir.[6]

Ahmet Yesevi'de bilgi felsefesi

Bilgi ve bilinç üretmek, canlı ve cansız varlıklar arasında sadece insana mahsus zihinsel bir faaliyettir. Merak eden, öğrenen, öğreten, ürettiği bilgiyle hayatını düzenleyen, hayatını yenileyen, dünyayı değiştiren, harikalar yapan sadece insandır. Hayvanlar tabiatı değiştirmez, yaratılıştan gelen tabii düzeni devam ettirir. İnsan ise ürettiği bilgiyle tabiatı değiştirir. Hem dış tabiatı, hem iç tabiatı.

Hayvanlar gelişip tekâmül etmez de gerilemez de. Hayvanlar ve bitkiler, doğuştan kendilerine konan ilahî programa göre işlerler. Arı, doğar doğmaz bal yapma tekniğini uygular, hayatı boyunca başka bir iş de yapmaz. 500 yıl önceki bal da aynıdır, bugünkü bal da. Elma ağacı elma verir, başka bir şey vermez. 500 yıl önce de şimdi de aynı elmadır, değişmez, gerilemez de. Bir tek insan, taallümle tekemmül eden, yani öğrenerek mükemmelleşen, olgunlaşan, ilerleyen, gelişen bir varlıktır.

O halde bilgi meselesi, insanın temel bir meselesidir. Bilginin ne olduğu, ne işe yaradığı, kendisine verilen önem ve değer, nasıl kullanılması gerektiği, bilgi öğrenmenin kaynakları, yöntemleri gibi hususlar hep epistemoloji alanına girer. 

Bugün ülkemizde, bilgiye ve bilginlere değer verilmemektedir. Bilginin önemi yadsınmıştır. İnsanların ilgisi bilgi öğrenmeye, bilim üretmeye değil de kısa yoldan para kazanmaya, topçuluğa, popçuluğa, haklı haksız, haram helal demeden çok para kazanmaya, eğlenmeye, tüketmeyedir. İtibar, ilim adamına değil de pop starlara, futbol yıldızlarına, film artistlerine, parti liderlerine yönelmiştir. İlmin hor görülmesi ya da ilim adamına değer verilmemesi, işi ehline, uzmanına, ilim erbabına sorulmadan iş görülmeye kalkışılması Türk milletinin felaketine yol açacak bir durumdur.

Bu hastalığın farkında olan Yesevî şöyle der:

"Kul Hoca Ahmed bilginlere hizmet eyle

Bilginlerin sözlerine göre işler eyle

İşler yapıp Hak yoluna canını ver

İşler yapmayan Allah'ı göremez ey dostlarım."

Bugün modern dünyada bilgi, salt kişisel menfaatler ve materyalist bir dünya kurgusu için araç haline getirilmiştir. Bilgi, dünyayı yağmalamak, talan etmek için teknik bir araç konumuna indirgenmiştir. İnsanlar bilgiyi, bedensel hazları, kişisel çıkarları için bir alet olarak görüyorlar. Halbuki bilgi, İslam'da bütün bunların üstünde çok kutsal bir konuma sahiptir. Bilgi, maddi menfaat için değil hakikati bulmak için bir vasıtadır. 

Londra Üniversitesine bağlı SOAS'ın alnında motto olarak "Bacon'ın bir sözü olan "Bilgi güçtür" yazar. Yani emperyalist Batı için bilgi, tabiat ve insanlar üzerinde tahakküm kurmak için bir güçtür. Ankara Üniversitesine bağlı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin alnında ise "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." yazar. Yani bizim için ilim, insanı hakikate, doğruya götüren bir araçtır. Dolayısıyla İslam'da bilgi meselesi önemlidir, olması gereken yerdedir; yani kutsal konumuna irca edilmiştir. Nitekim bu meseleyi çok iyi özümsemiş olan Yesevî, açık ve anlaşılır bir şekilde Türk-İslam bilgi felsefesini şöyle özetlemiş:

"O âlime canım kurban kılarım

Bütün ev barkımı ihsan kılarım

Hani âlim, hani âmil yârânlar?

Hüda'dan söylese, siz can veriniz.

Gerçek âlim yastığını taştan kıldı

Anladığı şeyi âleme dedi.

Kendini bildi ise, Hakk'ı bildi;

Hüda'dan korktu ve insafa geldi."

Bizde ilim, sahibinden bağımsız ayrı, eğreti bir şey değildir. Türk-İslam dünya görüşünde bilgi, sahibi tarafından hayata geçirilen, yaşanan, uygulanan bir değerdir. Bilgin, öğrendiği, edindiği bilgiyi bizzat kendisi yaşamıyorsa o bilginin bir değeri yoktur. İlmiyle amil olmak yani ilmini yaşamak esas ilkedir.

Ayrıca bizde bilginin hakikate götüren bir vasıta oluşuna değindik. Nitekim Yesevî, Hüda'dan söyleyen yani Allah'tan bahseden, Allah'tan haber veren, Allah'a götüren, Allah'ı bulduran gerçek bilgiye değer veriyor. Yoksa yanlışa, batıla, sapıklığa götüren bilgi reddedilir.

Âlim olmanın bir başka vasfı, edindiği bilgi birikimini halka yaymasıdır. Bilgisini insanlara aktarmayan, insanlara faydalı olmayan, insanları aydınlatmayan âlim ve aydın önemsizdir. Allah korkusu olmayan, insaflı davranmayan, hak hukuk bilmeyen âlim, kendini de, Hakk'ı da bilemez. Kendini bilen Allah'ı bilir. Yani insanın neliğine dair doyurucu açıklamaları, insanın değeri, önemi, işlevi, manası hakkında sahih, doğru, isabetli bilgi ve fikirleri olmayan insanın tanrı bilgisi de yanlıştır.[7]

Ahmet Yesevi'de kimlik çerçevesi olarak ahlak

Mükemmel insan olmanın alt yapısında yer alan ahlakî değer ve kurumlar, çok önemli bir anlam dünyasına sahiptir.

Etik yani ahlakî değer, insanı mütekâmil yapan temel unsurlardan biridir. Ahlak, tek başına yaşayan bir insanla ilgili değildir. Yani tek başına yaşayanın ahlakı yoktur. Ahlak, toplumsal bir olgudur. Birden fazla insanın bir araya gelerek, birlikte yaşayarak, ortaklaşa iş yaparak kurdukları yapı içerisinde ortaya çıkar ahlak dediğimiz kurum. O halde insan, içinde yaşadığı toplumsal yapı içinde diğer insanlarla kurduğu münasebetlere göre iyi ya da kötü ahlak sahibi olur. Ahlaklı ya da ahlaksız tabirleri, kişinin diğer insanlarla kurduğu münasebetler sonucu verilen hükümlerdir.

O halde kişinin toplumsal kişiliği iç içe geçmiş iki daireyle alakalıdır. 1.Millî kimliği, 2.Evrensel kimliği.

Millî Kimlik: İnsanlar, bir millet içine doğarlar ve bu milletin ortak değerleriyle toplumsallaşırlar. Bu durumda her insanın bir ailesi ve ortak millî değerlerini paylaştığı bir milleti vardır. Bizim milletimizin adı da Türk milletidir. Milliyet şuurumuzun geliştiği ve milletimize olan sorumluluklarımızı en üst düzeyde yerine getirdiğimiz oranda mükemmel insan oluruz. Milliyetsiz kişi, everensel insan, dünya vatandaşı olamaz. 

Bugün emperyalist Batı, içerdeki işbirlikçileri ile birlikte Türk milletinin millî kimliğini, millet adını, Türklüğü yok etmek için olağanüstü bir çaba sarf etmekte, Türk millet kimliği ayaklar altına alınmakta, Türk milletinin Türk milleti adını kullanması suç sayılmakta, ırkçılık olarak değerlendirilmektedir. Bu milletin başına “Türk” ifadesi gelmeyecekmiş, sadece millet diyecekmişiz. Peki bu, ne milleti, bu milletin özel adı ne? Millet bir cins ismidir, bu cins isimlerin bir de özel isimleri olur. Mesela kuş bir cins ismidir, leylek de kuş cinsinin özel bir türüdür. Millet de cins ismidir. Türk milleti de bu millet cinsinin özel bir türüdür. Birilerine göre biz sadece milletmişiz. Ne milleti diye sorarlarsa ne diyeceğiz? “Biz Türk milleti filan değiliz, bizi leylekler getirdi” diyeceğiz. Ahmet Yesevî bu bağlamda milliyet bilinci oldukça kuvvetli olan bir Müslüman Türk bilgesidir. Yahya Kemal, onun bu boyutunu veciz bir şekilde şöyle vurgular:

“Şu Ahmet Yesevî kim? Bir araştırın göreceksiniz… Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız.”

Milliyetin en temel unsuru dildir. Yesevî hikmetlerini sade Türkçe ile, öz Türkçe ile söyleyerek Türk milliyetine en büyük hizmeti yaptı. Zira tarihimizin değişik dönemlerinde Türkçeden utanarak ya da Türkçeyi küçümseyerek, horlayarak Farsça ve Arapça ile eser veren çok şair ve âlim oldu. 

Yesevî hikmetlerinde Türkçe bilincini şöyle ortaya koyuyor:

“Sevmiyorlar bilginler

Sizin Türkçe dilini

Bilgelerden işitsen

Açar gönül ilini

Ayet hadis anlamı

Türkçe olsa duyarlar

Anlamını bilenler

Başı eğip uyarlar

Miskin zayıf Hoca Ahmed

Yedi atana rahmet

Fars dilini bilir de 

Sevip söyler Türkçeyi.”

Etik Bir Değer Olarak Toplumsal ve Ekonomik Dayanışma: Bugünkü modern dünyanın hastalıklarından biri, Karunî sistemin kapitalizm adıyla kurumsal bir kimlik kazanması ve Türk milletini kapitalist ruhun esir almasıdır. Özellikle 1950’den bu yana Amerika ve Avrupa’nın musallat olmasıyla devlet ve millet yapımıza kapitalist sistem ve ruh iyice yerleşmiş durumdadır. Bu da Türk millet varlığını iyice tehdit eder duruma gelmiştir. Kapitalist ruh ve sistem, başkasını ezip geçerek kısa zamanda haram helal demeden, kanunlu ya da kanunsuz bir şekilde çok para kazanmak, çok tüketmek, çok tüketmek için daha çok kazanma ihtirası üzerine temellenmiş bir anlayıştır. 

Bu zihniyette zayıflar, çaresizler, hastalar, fakirler, yetimler, sahipsiz kişiler, Darwinist bir yöntemle elimine edilmesi gereken, silinmesi, yok edilmesi, temizlenmesi gereken fazlalıklar olarak görülür ve hiçbir şekilde yardım edilmezler, ilgilenilmezler. Bu durum, insanlarda duygusuzlaşmaya, merhametsizleşmeye, canavarlaşmaya, kalp katılığına, insanın insan olarak kendi var oluşuna ihanet etmesine yol açar. 

Yani, haksızlık ve usulsüzlük üzerine temellenen, güçlünün güçsüz bırakılmışı yani mustaz’afı yok etmesine dayanan kapitalist ruh, insanı insanlığından çıkarmıştır. Bugün milletimiz, böyle bir hastalıkla malüldür. Ahmet Yesevî, bu hastalığa karşı da oldukça sağlam bir sığınaktır. Şöyle der:

“Garip, fakir, yetimleri sevindir

Aziz canını parçalarcasına çalış

Yemek bulursan canın ile konuk eyle

Hakk’dan işitip bu sözleri söylüyorum.

Garip, fakir, yetimleri kim sorarsa

Razı olur ol kulundan Yüce Allah

Ey habersiz sen sebepsin, kalanı sırdır

Hak Mustafa öğüdünü söylüyorum.

Resul önüne bir yetim gelmişti

Garip ve müptelayım demişti

Acıdı Resul onun haline

İstediğini verdi eline

Resul dedi ben de bir yetimim

Yetimlik ve gariplikle yetiştim

Muhammed dedi ki kim ki yetimdir

Biliniz o benim has ümmetimdir

Yetimi görseniz incitmeyiniz

Garibi görseniz küstürmeyiniz.”

Toplumsal, ekonomik eşitsizlik, adaletsizlik, haksızlık gibi hastalıklara çare için komünizme sosyalizme gitmeye gerek yok. Toplumsal ve ekonomik adaletin ve dengenin asıl ve sahih kaynağı İslam’dır, Ahmet Yesevî de bu anlayışa tercümandır.[8]

Prof. Dr. Nurullah Çetin - Yeni Mesaj

 

Kaynak: YENİ MESAJ GAZETESİ

[1]http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008383/ahmet-yesev/prof-dr-nurullah-cetin

[2] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008385/yesevi-ile-arinma/prof-dr-nurullah-cetin 

[3] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008397/ahmet-yesevi-de-kibirlenmeyi-terk-ederek-arinma/prof-dr-nurullah-cetin 

[4] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008421/ahmet-yesevi-ye-gore-iktidar-para-ve-sehvet/prof-dr-nurullah-cetin 

[5] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008447/ahmet-yesevi-de-aska-dayali-arinma/prof-dr-nurullah-cetin 

[6] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008474/-ahmet-yesevi-de-nefis-terbiyesiyle-arinma/prof-dr-nurullah-cetin 

[7] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008485/ahmet-yesevi-de-bilgi-felsefesi/prof-dr-nurullah-cetin

[8] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12008513/ahmet-yesevi-de-kimlik-cercevesi-olarak-ahlak/prof-dr-nurullah-cetin



Bu haber 1,383 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    26,472 µs