En Sıcak Konular

ANADOLU KAVRAMINI YENİDEN SORGULAMAK

1 Aralık 2013 20:51 tsi
ANADOLU KAVRAMINI YENİDEN SORGULAMAK 1071 Malazgirt zaferi, Türklerin Anadolu’ya geliş dalgalarından birisidir, ilki değildir.

Anadolu kavramını yeniden sorgulamak

Anadolu, öncelikle coğrafî bir isim. Batılılar, buraya "Asia Minor" yani "Küçük Asya" da demişler. Coğrafî olarak Asya kıtasının en batısında Karadeniz, Akdeniz ve Ege Denizi arasında, Asya ve Avrupa'nın birleşim noktasında yer alan yaklaşık 755,000 km2'lik bir alanı kaplayan dağlık bir yarımadadır. 
Orta Anadolu'nun bir bölümünün Bizans İmparatorluğu merkezinin doğusunda kalmasından dolayı "Anatolikon Theması", "Thema Anatolikan" denmiştir diyenler var.
Osmanlı hâkimiyeti zamanlarında "Anadolu" tabiri, merkezi Amasya olan ve Sivas ve Kastamonu'yu kapsayan bir eyaletin adı olarak kullanıldı. 
Günümüzde yaygın olarak Türkiye'nin Asya kıtasında kalan kısmının adı olarak kullanılırsa da aslında şu anda Türkiye'nin resmî, coğrafî sınırları içinde kalan Türk vatanının tamamının adı olarak kullanılıyor. Yani Anadolu deyince Türkiye, Türkiye deyince Anadolu kastediliyor. Bazen de halk arasında Ankara, İstanbul ve İzmir dışındaki yerlere Anadolu deniyor. Bu taşra manasındadır.
Anadolu için ayrıca bir "medeniyetler beşiği" ifadesi de kullanılıyor. Bu, tarihî olarak elbette doğrudur. Sadece tarihî dönemlerde değil, tarih öncesi dönemlerde de elbette bu Anadolu topraklarında birçok farklı kavim yaşadı ve medeniyetler ürettiler.
Çatalhöyük, Hacılar, Göbekli Tepe ve Mersin (Yumuktepe) adlı yerleşim yerleri Cilalı Taş Devri'nden kalmadır. Sümer, Asur, Hitit, Yunan, Lidya, Kelt, Pers, Roma, Doğu Roma (Bizans), Selçuklu, Moğol İmparatorluğu ve Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti Devleti dönemlerine ev sahipliği yapan bir bölgedir burası. 
Ayrıca bazı politik çevrelerde "Anadolu medeniyetler beşiğidir, medeniyetler köprüsüdür" gibi ifadelerle Anadolu'nun sadece Türklere değil, başka milletlere; özellikle de Hristiyan kavimlere de ait olduğu fikri telkin edilmek istenmektedir. Bu tehlikeli ve yanlış bir tutumdur.
Yaygın olarak Türklerin 1071 Malazgirt Zaferi ile birlikte Anadolu'yu vatan tutmaya başladıkları anlatılır. Fakat bu doğru değildir. Batılı tarihçiler, tamamen ideolojik olarak Anadolu'yu, Sevr planına göre parçalayıp ona buna bölüştürmek için Türklerin Anadolu'ya ilk defa 1071?de Tokuz Oğuzlarla geldikleri yalanını bilimsel bir gerçekmiş gibi söylerler. Bu, tamamen Oryantalist bir bakış açısıdır. Bunu bize bile kabul ettirmeye çalışıyorlar.
1071 Malazgirt zaferi, Türklerin Anadolu'ya geliş dalgalarından birisidir, ilki değildir. 1071'den önce özellikle 1030'lu yıllarda yoğun olarak Anadolu'ya Müslüman Türk göçünü görüyoruz. Ahmed Yesevî dervişleri gelmişler, kimsenin sahibi olmadığı, işlemediği, yerleşmediği dağ, bayır, vadi; nereyi boş bulmuşlarsa oralara yerleşmişler. Dergâhlarını, zaviyelerini, hankâhlarını açmışlar. 
Tebliğ çalışmalarıyla bölge insanlarının Müslümanlaşmasına ve Türkleşmesine ivme kazandırmışlardır. Alparslan'ın 1071 Malazgirt Zaferi, aslında daha önce zemin döşemesi yapılan manevî, kültürel, dinî zaferin askerî olarak da kesin bir şekilde sonuçlandırılması, taçlandırılmasıdır.
Fakat bundan çok çok önceleri Anadolu, aslında bir Türk yurdu idi. Bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar, M.Ö 3000 yıllarından beri Anadolu'da Türk varlığını ispatlamışlardır. Haluk Tarcan, Servet Somuncuoğlu, Kazım Mirşan gibi araştırmacıların çalışmalarına bakılabilir. Kaya resimleri, damgaları ve yazıları, kurgan adı verilen mezarlar konusunda yapılan yeni araştırmalar bunu doğruluyor.
Ota Asya'daki kaya resimleri ve kurgan denilen mezar yerleriyle Anadolu'daki kaya resimleri ve yığma mezarlar yani kurganlar arasında büyük bir benzerlik görülmektedir. 
Mesela Ankara'nın Beypazarı ile Güdül ilçeleri arasındaki Salihler Köyü civarındaki kaya resimleri, runik Göktürk yazıları bunun bir örneğidir. Bu kaya resimleri M.Ö. 3000-5000 yılları arasında tarihlenmektedir. Bu kaya resimlerinde görülen figürler mesela insan şekilleri, değişik hayvan şekilleri, kutsal nesneler, at üzerinde avlanma, beylik alâmeti olan nesneler, Orta Asya Türklüğü ile Anadolu Türklüğü arasında büyük bir benzerlik göstermektedir.  
Doğu Anadolu bölgemizde 1000 civarında Anadolu Türk'ünün "yığma" dediği taş yığma kurgan yani yığma mezar bulunmuştur. Bunlar da Türk kültürünü yansıtmaktadır. 
Orta Asya'daki halılarda, kilimlerde, kayalarda yer alan tamgalar ile Anadolu'daki tamgalar, büyük benzerlik göstermektedir. Bu konuda Servet Somuncuoğlu'nun çalışmaları incelenmelidir.[1]

Anadolu kavramına farklı yaklaşım biçimleri

Osmanlı Devleti'nin dağılış sürecine girmesi ile birlikte Türk aydınları, hem devletin ve milletin yeniden toparlanıp hayatta kalması iyi niyetiyle hem de bazı farklı ideolojik grupların kendi fikriyatları doğrultusunda yeni bir Türkiye, yeni ve farklı bir Türk toplum yapısı ve yeni Türkiye'nin farklı kültürel, ideolojik temellere oturtulması bağlamında farklı Anadolu tasavvurları ortaya çıktı. 
Bunların ortak özelliği, millet merkezli değil, vatan merkezli bir toplumsal yapı ve siyasi devlet yapısı tasavvurudur. Yani bu coğrafyada yaşayan insanların tek ve en önemli ortak bileşeni olarak Anadolu vatanını esas almak.
Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Ankara temsilciliğinde Anadolu merkezli millî bir Türk devletidir. İstanbul Osmanlı Devleti'nin, Ankara ise Cumhuriyetin simgesidir. Cumhuriyetle birlikte bir Anadolu romantizmi yaşandı. Anadolu'ya önem verildi, yüceltildi. "Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz" denildi. 
İstanbul'da, İzmir'de, Avrupa'da yetişmiş, eğitim görmüş doktorlar, mühendisler, mimarlar, öğretmenler, ziraatçılar ve değişik meslek erbabı Anadolu'ya hizmete teşvik edildi. Kolejlerde yetişen genç kızlar, Anadolu köylerine "çalıkuşu" olarak gönderildi. Anadolu edebiyatı yapıldı. Anadolu masalları, atasözleri, deyimleri, fıkraları, türküleri, manileri, efsaneleri, hikâyeleri toplandı. Türkçenin mahallî ağız zenginlikleri derlendi. Düğün, bayram, cenaze gibi toplumsal tören kültürleri kayda geçirildi. 
Osmanlı Devleti'nin özellikle son dönemlerinde ihmal edilen Anadolu'yu yeniden ayağa kaldırmak, imar etmek, geliştirmek projeleri devreye sokuldu. Anadolu medeniyet ve teknolojik anlamda geliştirilirken ve yeniden imar edilirken, kültürel olarak da barındırdığı dil, edebiyat, folklor, gelenek görenek, kültür, insanî ve medenî değerler yeniden keşfedildi ve millî kültüre kazandırıldı. Türk Dil Kurumu'nun Türk Tarih Kurumu'nun, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin, Türk Ocakları'nın, Halkevleri'nin, Köy Enstitüleri'nin bu alanda önemli katkıları var. 
Atatürk, Anadolu merkezli bir toplumsal, kültürel, ekonomik kalkınma harekâtı başlattı. Bu çerçevede Cumhuriyet döneminin Türk millet yapısının tarihî ve kültürel kökenleri, Anadolu'da araştırıldı ve Anadolu kaynaklı bütün kültürel mirasa sahip çıkıldı. Hatta Hititler, Sümerler gibi antik kavimlerin medeniyetlerine de sahip çıkıldı. Fakat bunlar yabancı kavimler olarak değil, Türk atalarımız olarak algılandı. Böylelikle bizim Anadolu'da en eski zamanlardan beri var olan yerleşik bir millet olduğumuz, tarihen ispatlanmaya çalışıldı. Bu tez büyük ölçüde de doğruydu.

Dilde, bilimde, edebiyatta, sanatın değişik dallarında Anadolu merkezli çalışmalar yoğunlaştı. Bir Anadolu romantizmi rüzgârı estirildi. Bugün ülkemizde pek çok alanda ortak değerlerde buluşan ahenkli bir toplumsal millî yapımız varsa, bu Cumhuriyetin getirdiği Anadolu merkezli milletleşme projelerinin bir sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temel politikası da zaten ülkemizde yaşayan herkesi başta tek dil Türkçe olmak üzere, ortak sosyolojik, kültürel ve hukukî değerlerde buluşmuş, birleşmiş, kaynaşmış tek bir millet yapma davasıdır. Devletimizin ve milletimizin devam ve bekası da buna bağlıdır.[2]

Bazı Türk aydınları Anadoluculuk tasavvurları

Genel çerçevede Osmanlıcılık, Selçukluculuk, Turancılık, ümmetçilik gibi eğilimlere tepki olarak vatan ve milletin merkezi olarak Anadolu'yu görme eğilimidir. Anadoluculuğun bazı öncü şahsiyetleri: Mehmet Halit Bayrı, Mükrimin Halil Yinanç, Remzi Oğuz Arık, Nurettin Topçu, Memduh Şevket Esendal, Hilmi Ziya Ülken. Bazı Anadolucu dergiler: Anadolu, Anadolu Mecmuası, Dikmen, Bizim Türkiye, Dönüm, Millet, Hareket, Dikmen, Çığır. 1918– 1919 yıllarında Hilmi Ziya Ülken, 12 sayı Anadolu dergisini yayınladı. Mehmet Halit Bayrı, 1924'te Turancılığa karşı, Anadolu Milliyetçiliği fikrinin işlendiği Anadolu Mecmuası'nı yayınlamaya başladı. Anadolu burada tarih olarak 1071'deki Malazgirt Savaşı (1071) ile başlatılır.  1902'de Mısır'da, 1908'de Konya'da, 1909'da İstanbul'da, 1911'de İzmir'de Anadolu adlı dergiler çıktı. Bu dergilerde İstanbul'a karşı Anadolu teması işlendi. Bu tepki şundandı: O dönemlerde İstanbul, Osmanlı Devleti'ni, payitahtı, sarayı temsil ediyordu. Ve tabiî İstanbul yönetimi son dönemlerinde Batı emperyalizminin, Haçlı batının emrine girmiş, yerli, millî ve İslamî olmaktan çok; Batı sömürgesi durumuna düşmüştü. Anadolu ise yerli, millî ve İslamî değerleri temsil ediyordu. Bağımsızlığı, istiklali, Batı emperyalizmine karşı millî Türk ruhunu temsil ediyordu. Nitekim Batıya karşı kazanılan ve Millî Mücadele sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Ankara yani Anadolu merkezli bir devlettir ve bağımsız millî bir devlettir. Anadoluculuk, aslında biraz da tarihî, siyasî ve askerî bir sürecin zaruri sonucu olarak ortaya çıktı. Yani I. Dünya Paylaşım Savaşı'nda içinde yer aldığı ittifak cephesinin mağlubiyeti sebebiyle yenik kabul edilen ve dağıtılan Osmanlı Devleti'nden geriye kalan Anadolu topraklarını korumak, buradan hareketle yeni bir doğuş ve diriliş gerçekleştirme arzusunun bir sonucudur. Millî Mücadele, aslında bir bakıma hatta önemli ölçüde Anadolu'yu işgalden kurtarma ve Anadolu merkezli tam bağımsız millî bir Türk Devleti kurma ve burayı merkez, ana üs kabul edip buradan hareketle yeniden tüm Türk ve İslam dünyasını derleyip toparlayarak büyük bir Türk–İslam birliği düşüncesinin bir neticesidir. Anadoluculuk, belirgin şekilde ve fikir olarak ilk defa 1918 yılında ortaya atıldı ve Anadolu coğrafyası, Türk millet birliğinin ve bu milletin kimliğinin temel kurucu unsuru olarak alındı. Yani vatan merkezli bir millet inşası esas alındı. Anadoluculuk, Türk'ün kök arama gayretlerinin bir neticesidir. Memleketçilik ya da Anadoluculuk aslında Türk–İslam kültür ve medeniyetinin oluşum, gelişim ve yaşama alanının bir mekân olarak Anadolu olduğu olgusunu merkeze alıyor. Türk millet varlığını ve davasını da Osmanlı, Selçuklu gibi bir sülaleye değil; zengin, fakir gibi ekonomik bir sınıfa değil, ortak vatana mensubiyet bağlamında ele alıyor.  Yani Türk milleti bir bütündür, bir sülaleden ibaret değildir, aynı vatanı paylaşan, aynı vatanı ana vatan yapan, aynı vatanda birlikte millî toplumsal varlık ortaya koyan bir bütünlüğü ifade ediyor. Yani zengini fakiri, şu sülalesi bu sülalesi, şu meslekten olanı bu meslekten olanı ile Türk milleti bir bütündür. Bu millet bütünlüğünü ve millet olma durumunu, kutsallaştırılan vatandan alıyor. Bu vatanın adı da Anadolu'dur.  Tabiî burada vatan deyince iki kavram akla geliyor: Anadolu ve Türkistan. Anadolu, Türkiye Türklerinin vatanı, Türkistan ise Çin esaretindeki Doğu Türkistan ile Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi Batı Türkistan bölgelerinin birlikteliğinden oluşan coğrafî varlığı ifade ediyor. Millî Mücadele döneminde Türk aydınlarının Anadolu kavramına yükledikleri mana ve algı aşağı yukarı aynıdır. Yani düşman işgali altında bir vatan vardır, bu vatan Anadolu'dur ve bu kutsal vatan, bir an önce düşman işgalinden kurtarılmalıdır. Bu acil düşüncede birleşen Türk aydınları, Millî Mücadele kazanıldıktan sonra kendi fikrî, ideolojik, siyasî, hatta dinî anlayış ve eğilimlerine göre farklı Anadolu tasavvurları ortaya koydular.[3] 

Yerli, milli ve İslami olan Anadolucular

Dergâh çevresinde toplananlar, Nurettin Topçu çizgisi, Mistik Anadoluculuk, Milliyetçi Anadolucuk, Anadolu İslamcılık gibi adları olan Anadolu anlayışlarıdır.
Bunlara göre Türk milleti, bir etnik topluluğu ifade etmiyor; tam tersine Anadolu'da yaşayan kavimlerin Müslümanlaşanlarından oluşan uyumlu, ahenkli, bilinçli, millî bir topluluğun adıdır. Bunlar, Osmanlı ve Selçuklu dönemlerini reddeden, yok sayan yani Türk ve Müslüman kimliğini reddeden, Cumhuriyet sonrası Türk toplumunu ve kültürünü Eski Yunan kültürüne bağlamak isteyen, Eski Anadolu medeniyetlerini esas alan yani Mavi Anadoluculara bir tepkidir. Aynı zamanda milliyet düşmanı "yeryüzü Müslümanlığı" taraftarlarına da bir tepkidirler. 
Biz her ne kadar Orta Asya'dan Türk kavmi olarak geldikse de Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri sürecinde Anadolu'da yaşayan başka bazı küçük kavimlerin Türkleşmesi ve Müslümanlaşması ile "Türk Milleti" olduk. Dolayısıyla Anadolu'nun omurgasını ve ana gövdesini Türk kavmi teşkil eder. Diğer bazı küçük kavimlerin de eklemlenmesiyle Türkler, kavimden millet aşamasına geçtiler. Yani şu anda Anadolu'da yaşayan müslümanların tamamının adı "Türk Milleti" olmuştur. Hatta bu Türk milleti kapsamı içine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Müslüman olmayan vatandaşlar da dahildir. Anadolu, Müslüman Türk milleti için önemlidir. Çünkü Anadolu, Türklerin ürettiği özgün, evrensel, büyük kültür ve medeniyetle vatan edindiği bir yerdir. Onun için kutsaldır.
Anadolu'nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması süreci, 1071 Malazgirt Zaferi ile yoğunluk kazandı. Osmanlı dönemi boyunca devam etti, 1915 Ermeni tehciri ve 1924 Türk-Rum mübadelesi sonucu kesin olarak tamamlandı. Yani Anadolu'nun Müslüman Türk kimliğini tamamlaması, Cumhuriyetle birliktedir. 
Anadolu Türklüğü deyince aslında hem Türkiye Türklerini, hem İran, Azerbaycan, Irak ve Suriye'de yaşayan Türkleri hem de Balkanlarda yaşayan Türkleri ve Avrupa'nın değişik ülkelerinde yaşayan Türkleri bir arada düşünmek lazım. İran'da 40 milyon, Irak'ta üçbuçuk milyon, Suriye'de de üç milyon Türk var. Azerbaycan'ın tamamı Türk. Türkiye, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye Türklüğü, Balkan Türklüğü benzer ve ortak özellikleri çok olan bir Türk toplumsal yapısını ifade ediyor. Bunlar bir şekilde Anadolu merkezlidir, Anadolu ile daha çok ilgili ve yakındır. 
Anadolu Türklüğü, Orta Asya'dan gelen Türkmenlerin 1071'de Malazgirt Zaferi sonucu Anadolu'yu Türkleştirmesi ve Müslümanlaştırması sürecini yaşadı.
Anadolu Türkleri çoğunluğu itibariyle Oğuz boylarından oluşur. Bunlar, Orta Asya'da iken göçebe idi, Anadolu'ya gelince yerleşik hayata geçti. Akıncı iken ekinci oldu. Şamanizm'den, Göktanrı dininden vazgeçip İslam dinini benimsedi.
Orta Asya, Çin, Rusya ve Afganistan'da yaşayan Türkleri vatana mensubiyet bakımından düşünürsek bunlara Türkistan Türklüğü demek lazımdır. Bu durumda Türkistan Atavatan, Anadolu ise Anavatandır. Balkanlarda, Irak'ta Suriye'de, İran'da ve Türkiye'de yaşayan Türklerin çoğunluğu aslında Orta Asya kaynaklı Müslüman Türkmen Oğuz boylarıdır.
Yukarıda belirtilen bütünlük içinde Anadolu Türklüğü, Bizans İmparatorluğuna ve Batılı, Avrupalı Haçlı saldırılarına karşı İslam dünyasını ve müslümanları savunan mücahit Müslüman Türklerdir. Türkistan Türklüğü ise Ruslara ve Çinlilere karşı savaşarak, var olma iradesini beyan ederek milletleşen Türklerdir.
Batı için Anadolu, eskiden beri Asia Minor'dır. Yani Küçük Asya. Haçlı Batı için Anadolu, Hristiyanlığın beşiklerinden, eski vatanlarından biridir. 1071 Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu'nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması, Haçlı Batının hoşuna gitmedi. Bunu kendileri açısından bir yenilgi, bir toprak ve vatan kaybı olarak gördüler. Ve bu toprakları tekrar geri alabilmek için 1095'ten itibaren onlarca kez düzenledikleri Haçlı saldırılarında bulundular. Son fiilî askerî Haçlı saldırısı, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi sonrası İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Amerika'dan oluşan Haçlı ordularının işgalidir. Bu işgale karşı verdiğimiz Millî Mücadele, Anadolu'nun Müslüman Türk vatanı olarak kalması azminin, kararlılığının, iradesinin ve imanının fiiliyata dökülmüş halidir. 

O zaman askerî işgalle alamadıkları Anadolu'yu şimdi değişik politika ve para oyunlarıyla dolaylı yollardan ele geçirmeye, tamamen işgal etmeye çalışıyorlar. Bugünkü modern Haçlı Batı için Anadolu, Türklerden temizlenmesi ve tekrar Hristiyan yurdu yapılması gereken bir yerdir. Dolayısıyla Anadolu mücadelesi, aslında Türklerle Batılılar arasında bir mukaddes vatan mücadelesidir. Yani Anadolu, Müslüman Türk yurdu olarak mı kalacak, yoksa Haçlı batılılar tarafından ele geçirilip Hristiyan yurdu mu yapılacak? Mesele ve kavga budur.[4]

Hümanist, Batıcı Anadolu Hareketi ve Mavi Anadoluculuk

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Orhan Burian, Vedat Günyol, Ekrem Akurgal, Nurullah Ataç, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Adalet Cimcoz gibi yazarların öncülüğünü yaptığı, 1940'lı yıllarda öne çıkan Mavi Anadolu hareketi, Müslüman Türk Anadolu algısına karşı çıkarılmış evrensel, milliyetsiz hatta dinsiz, ne idüğü belirsiz bir hümanizm ideolojisine zemin bulma çabasıdır. 

Bir de modernleşmek, çağdaşlaşmak anlamını yükledikleri batıcılaşmaya vatan bağlamında bir köken bulma çabasının ürünüdür. Yani Osmanlı ve Selçuklu dönemlerini yok sayarak, daha önceki dönemleri ve kavimleri asıl atalarımız kabul ederek, biz zaten hem köken olarak, hem zihniyet olarak, hem de vatan olarak batılıların varisiyiz demek istediler.

"Ne mutlu Türk'üm diyene" yerine, "Ne mutlu Anadoluluyum diyene" diyerek millî kimliği reddederler.

Bunlar Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini yok sayarak bizi Selçuklu ve İslam öncesi Hititler, Romalılar gibi eski kavimlere bağlayarak, bizi onların; hatta eski Yunan filozoflarının varisi kılarak Türklüğü ve İslamlığı yok sayıyorlar. Bunların amaçları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kültür politikalarını Türklük ve İslamlık dışına yani Batıya hatta Hristiyanlığa bağlamaktır. Mavi Anadoluculukla yapmak istedikleri biraz da budur.

Böyle bir Anadolu tezinin hiçbir geçerliliği, tarihsel değeri yoktur. Zira bugün Anadolu'da Eski Anadolu Medeniyetleri denilen Hitit, Sümer, Likya, Lidya, Roma vs medeniyetlerinden yaşayan hiçbir canlı insan ve kültür yoktur. Bu medeniyetler sadece Ankara'da Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde kalıntıları sergilenen yok olmuş, ortadan kalkmış, yaşamayan, ölü bir medeniyet hatırasıdır. Halbuki Selçuklu ve Osmanlı deneyleriyle üretilen Türk-İslam kültür ve medeniyeti Anadolu'da insanıyla, kurumlarıyla, değerleriyle, her şeyiyle dipdiri yaşıyor. O halde Anadolu demek, Türk-İslam varlığı demektir.

Mavi Anadolucular, Eski Yunan mitolojik efsanelerine, Ege ve Akdeniz'e kıyı şeridi olan bölgelerindeki eski medeniyet kalıntılarına önem verdiler.

Hümanizm, tevhid dininin insanlara takdim ettiği, öğrettiği "tanrı" kavramına karşı ve tepki olarak çıkarılan insanın tanrı olarak kabul edilmesidir. Yani mesela İslam'ın "Allah"ı reddediliyor, tanrı olarak insan kabul ediliyor. 

Bu inanış da aslında Eski Yunan filozofu Protagoras'un: "İnsan her şeyin ölçüsüdür." Sözüne dayanır. Ortaçağ sonrası Reform, Rönesans, Aydınlanma, Pozitivizm dönemleriyle birlikte insanın pozitif bilimlerle cenneti dünyada gerçekleştireceği; dolayısıyla asıl tanrının insan olduğu anlayışı gelişti. Zaten Rönesans, Aydınlanma, Pozitivizm, modernizm dediğimiz yeni dönemler, Eski Yunan ve Latin dönemlerinin işlenerek yeniden üretilmiş şeklidir. Modern bir din haline getirilen insanın tanrılığını esas alan hümanizm, antikiteden beri var.

Batı medeniyetinin, çağdaş Batının temeli de Eski Yunandır. O halde bizim hümanistlerin, Mavi Anadolucuların yapmak istediği de bu. Yani çağdaş modern Batı medeniyetine eklemlenmek istiyorsak Eski Yunan kültür ve düşüncesine bağlanmamız lazım. Eski Yunan'ın anavatanı da Ege bölgesidir, yani Anadolu'dur. O halde biz Eski Yunan'ın varisiyiz, demek istiyorlar.

Bilimsel anlamda yapılan arkeoloji çalışmaların, Eski Yunan ve Latin klasiklerinin çevirilerinin asıl amacı, bu vatanın, Anadolu'nun Türklere değil; batılılara ait olduğu tezini ispatlamak ve gerçekleştirmektir.

Halbuki Eski Anadolu medeniyetleri dediğimiz, Osmanlı ve Selçuklu dönemleri öncesine ait Sümer, Hitit, Frig, Lidya, İyon, Akad ve Bizans gibi topluluk ve devletlerin, şunların bunların kültür ve kalıntıları müzelere aittir, gerçek hayatta ve yaşayan toplumda bir karşılığı yoktur. Bugün Anadolu'da var olan kültür ve medeniyet Türk-İslam kültürüdür, toplum da Müslüman Türk toplumudur.

Günümüzde Anadolu'da pek çok yerde otel, lokanta gibi değişik kurumlara milletimiz, cehaletinden dolayı Eski Anadolu medeniyetlerine ait isimleri veriyorlar. Bu çok büyük bir hatadır. Bu tutum Batılılara koz verir. Anadolu'nun tapusunun Müslüman Türklere değil de eski kavimlere ait olduğu kozunu verir. O yüzden müzelerde kalması gereken İslam ve Türk öncesi kültürü canlı hayata taşımamak gerekiyor.[5]

Kimliksizlerin Anadoluda kültürel köken arayışları

Antik Çağ mitoslarından kalma rivayettir: Troya yangınını takiben Aineias Anadolu'ya terk eder. Ancak yaşadığımız bu topraklarda hava boşluğuna bıraktığı son söz: "Bir gün geri döneceğim!..." olur. Anadolu, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinden sonra şimdi de Türkiye durağındadır. Bugün Anadolu'da süren medeniyet kavgası, Osmanlının sönüş yıllarından itibaren teker teker, kurumsal olarak dönmeye çalışan Aineiaslarla Selçuklu Osmanlı Anadolu Türk-İslâm medeniyetinden sonra bu medeniyeti yeniden diriltme çabasındaki İslâmî dünya görüşü bağlıları arasındadır. 

Antik dönem Anadolu uygarlık ve kültürlerini Selçuklu Osmanlı dönemlerini atlayarak yeniden ihya etmeye çalışan Aineiaslar neslinin ilk şuurlu temsilcileri, sanatta, edebiyatta ve kültürde "Nev-Yunanîlik", "Havza medeniyeti" çığırını açan Yahya Kemal ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu'dur. Ancak bunlar bir süre sonra bu eğilimi terk edeceklerdir. Daha sonra bu cereyanı Salih Zeki Aktay sürdürdü. 

1912'lerde ortaya atılan bu fikirler, "Türk zevkini, asırlarca almış olduğumuz tesirlerden uzaklaştırarak doğrudan doğruya Lâtin ve Yunan edebî terbiyesine bağlamak ve nihayet bütün Avrupa milletlerinde olduğu gibi bizde de sırf Yunan ve Lâtinlerden gelen edebî miras çerçevesinde bir şiir vücuda getirmek" (Nihat Sami, Yahya Kemal'in Hatıraları) amaçlanır.

Bunların iddiasında bizim hem coğrafyaca hem de medeniyetçe Yunanlıların varisi olduğumuz, bu varisliğe Selçuklu Osmanlı dönemlerinde İslâm dininin engel olduğu, bu durumun 1860'lara kadar devam ettiği ve bu yıllardan yani Tanzimat'tan sonra da Fransızlara tâbi olmak yerine tüm Avrupalıların kaynağı olan Yunanlılara dönerek Batının ana kaynağıyla doğrudan irtibat kurulması gereği üzerinde durulur. Nesirde Thukydides'in Sobre diline uyulacak, model olarak onların epigram, idil, trajedi gibi şekilleri alınacak, felsefede de Sokrat ve Platon'dan beslenilecekti. (Hasan Ali Yücel, Edebiyat Tarihimizden)

Kültür ve sanatta Antik döneme dönüşün ya da o dönem Aineiaslarının Anadolu'ya bir gün yeniden dönüşünün kendisiyle özdeşleştiği önemli bir isim de Halikarnas Balıkçısı'dır. Romanlarını genellikle deniz-kara karşıtlığı bağlamında kurgulamış olan yazar, denizi ilâhlaştırarak sembolize etmiştir. Ege'nin İslâm öncesi mitolojik motifleriyle işlediği deniz, onun eserlerinde mitolojide olduğu gibi başlıbaşına bir güçtür. 

Kendisine tanrısal güçler izafe edilmiştir. Denizle uğraşan insanlar, gemiciler ve denizde çalışan insanlarla deniz arasındaki ilişki, tanrı-kul ilişkisi içinde sunulur. Denize ayin havasında yaklaşılır. Bu anlayış, mitolojik tanrıların yeniden çağdaş bir yorumla diriltilmesi çabasıdır. Bir başka ifadeyle Anadolu'nun çağdaş dünyasını mitolojik bakış açısı ve felsefesine göre yeniden düzenleme kaygısıdır.

Örneğin Aganta Burina Burinata adlı romanında temel figür olarak aldığı deniz, başat öğe durumundadır. Diğer kişi ve nesneler, hep ona bağlı ve tamamlayıcı unsur konumundadır. Denize ilâhlık isim ve sıfatları izafe edilmiştir. Deniz, insanların rızkını kazandığı yerdir. 

Dolayısıyla deniz rızık verendir (Râzık). Bütün ilgileri ve beklentileri denize bağımlı ve onunla bağlantılıdır (Rab). Deniz, gemicileri ve balıkçıları boğar, öldürür (Mümît). Kıyı insanlarını yoktan var eden bir anlamda dirilten denizdir (Muhyî). Deniz, insanlara korkunç dalgalarıyla, heybetiyle korku salar (Celîl). Aynı zamanda ister dingin, isterse fırtınalı hâlindeki güzelliğiyle de insana sükûnet verir (Cemîl). Ve nihayet deniz, her şeye güç yetirendir (Kadîr).

Romanda örneklemesini yaptığımız gibi kıyı insanlarının ve denizcilerin de-nizle olan ilişkileri, denize ilâhî vasıfların yüklenmesi bağlamında anlatılmaktadır. Antik Çağ Yunan tanrılarından biri de denizi sembolize eden Poseidon (Neptunus) tanrısıdır. Homeros destanlarında denizlerin hâkimi olarak nitelenen Poseidon tanrısı, "yeri sarsan ve titreten" özelliğiyle ön plâna çıkarılır.

Eski Yunanlı ilkel teknolojik şartlarda âlet kullanımının henüz ileri bir düzeye gelmediği dönemlerde aşamadığı, üstesinden gelemediği, çaresiz kaldığı, boyun eğdiremediği her tabiat parçasından kendisine, yani insana cephe almış, insana hükmeden bir tanrı vehmetmiştir. 

Bir tabiat parçası olan denizde de onunla başa çıkamamanın verdiği korku ve o korkunun doğurduğu mevhum güç yani Poseidon tanrısı. Yazar, denizde birçok insanın ölümünü, bir anlamda onda kurban olması, denizden gelen insanın yine denize, yani ilâhına dönmesi olarak yorumlamaktadır. Tabiatın bir parçası olan denize atfedilen bu ilâhlık, materyalist dünya görüşünün bir yansımasıdır. 

Fenâ fi'l-deniz (denizde yok olup kaybolma) felsefesini "denizin yarattığı adam" diye de anılan Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı)'den başka bu motifi Yahya Kemal'de de görmek mümkündür. "Deniz" adlı şiirinde insanın kendini denizde fani kılması, onda yok olarak, ona karışarak, benliğini onda eriterek huzuru yakalamaya çalışır:

"Madem ki deniz ruhuna sır verdi sesinden

Gel kurtul o dar varlığının hendesesinden!

Son zevkin eğer aşk ise ummana karış tut!

Ummana çıkar bunda bugün beklediğin yol!

At kalbini girdaba, açıl engine ruh ol!" (Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemizden).

Antik Anadolu kültürünü işleyen bu sanatların, enginliğiyle sonsuzluğu çağrıştıran denizde kaybolarak ruh dinginliğini aramalarına karşın Anadolu Türk-İslâm medeniyetini temsil eden mutasavvıflar ve Divan şairleri, denizin de içinde yer aldığı tabiatı ve her şeyi yaratan Allah'ta fani olarak, O'nda kaybolarak (Fenâ fi'llah) gerçek huzuru bulmuşlardır. Mesela Fuzûlî bir beytinde şöyle der:

"Cânumun cism ile zevk-i ittisâli kalmadı

Âh kim sensüz dirilmek ihtimâli kalmadı" (Fuzûlî Divanı).

(Canımın cisimle birlikteliğinden hiçbir zevk kalmadı. Ah ki Sensiz yaşamanın ihtimali kalmadı). Şair burada canının kesret âleminden, maddî olandan sıyrılarak ebedî ve gerçek hayata; yani fena fi'llaha ulaşmayı arzuluyor. Şu hâlde Anadolu Türk-İslâm medeniyeti, Antik dönemden farklı olarak gerçekliğin ve sonsuzluğun kesret ve şehadet âleminde değil, vahdet ve gayb âleminde olduğu değerini ortaya çıkarmıştır.

Son yıllarda da politik söyleme Antik medeniyetçi yaklaşım egemen olmaya başladı. Buna göre Batıya şu mesaj ve-rilmeye çalışılıyor: Sizin ve bizim kültürümüz ortaktır ve bunun temel özleri de Antik Anadolu'da buluşmaktadır. O da Eski Yunan, Hitit, Roma ve Türk kültür birikimlerinin muhassalasıdır. Dolayısıyla Avrupa topluluğunda yer almamıza sizin ileri sürdüğünüz din ve kültür engeli söz konusu değildir. 

Görüldüğü gibi Antik Anadolu kültürlerine eğilimin politik yansıması, Avrupa ortak evinde batıyla bütünleşmemize kültürel gerekçeler hazırlama biçiminde tecelli etmektedir. Tüm bu çabalar, Müslüman Türk toplumunun kendi özle-rine dönüşlerini hızlandırmaktan, kültürel kimliklerini tahkim etmekten ve özgün İslâm medeniyetlerini yeniden inşa et-meye çalışmaktan başka bir işe yaramayacaktır.[6]

Anadolu'da medeniyet kavgası ya da kültürel kimlik

Tarihî süreç içinde geliş geçmiş 27 civarındaki tüm dünya medeniyetleri "göç"ün, yani "hicret"in bir sonucudur. Asr-ı saadet İslâm medeniyeti Medine'ye hicretle doğduğu gibi Anadolu Türk-İslâm medeniyeti de 1071'de Müslüman Türklerin Anadolu'ya hicretinden sonra vücut buldu. Bu medeniyet günümüze kadar idrak edilegelmektedir. 

Özellikle Cumhuriyet sonrası dönemde tepeden dayatmalı sun'î medeniyet değiştirme çabalarının bir uzantısı olarak bazı yazarlar, İslâm-Anadolu öncesi Anadolu medeniyetleriyle Anadolu – Türk-İslâm medeniyeti çatışması eksenli bir tartışmayı sürdüre gelmektedirler. 

Bu tartışmalar, ya bilimsel bir tez hâlinde ifadelendirilmekte veya serbest düşünce olarak ileri sürülmekte ya da polemik havası içinde ele alınmaktadır. Tarih boyunca Anadolu Yarımadasında Hattiler, Urartular, Frikyalılar, Lidyalılar, Hellenler, Romalılar, Midaslar, Bizanslılar, Selçuklular, Türk Beylikleri ve Osmanlılar gibi birçok beylik, kolon, imparatorluk ve devletler kurulmuş ve bunlar kendi kültür ve medeniyetlerini yaşamışlardır.

Ancak Tanzimat'tan sonraki dönemlerde başlayan ve Cumhuriyet döneminde yoğunlaşan Anadolu üzerinde bir kültür ve medeniyet kavgası başlamıştır. Bu kavganın ekseninde modern zamanlar Anadolu coğrafyası ve Türk milletinin kültürel kimliklerinin tespiti, yani köken araştırması yapısını tevarüs edeceği kaygıları bulunmaktadır.

İslâm-Anadolu öncesi Anadolu medeniyetlerine ait eserler ve kalıntılar bugün yalnızca müzelerde ya da bulundukları mekânlarda sergilenmekte olup, fert ya da toplum yaşantısında, gündelik hayatta hiçbir izleri, yansımaları, etkileri ve hayatiyetleri bulunmamaktadır. Canlılığını sürdüren ve ana kültürel motiflerini geliştirip zenginleştirmekte olan ise Anadolu Türk-İslâm medeniyetidir.

Antik Yunan ya da Akdeniz medeniyetinin temel esprisi şu alıntıda özetlenmektedir:

"Aşk olur, hüzün olur, şarkı olur.

Çalgı olur, türkü olur, ezgi olur.

Zeytin olur, üzüm olur, buğday olur.

Şarap olur, kadın olur." 

(Mehmet Altan, Prizma, 20 Mart 1992).

"İnsanların memleketinde, Akdeniz'de dolaşacağız biraz" (Hülya Vatansever, Akdenizli Olmak, Elele, Ağustos 1991).

Görüldüğü gibi gündemde tutmak istedikleri bu antik medeniyetin temel nitelikleri; çalgı, türkü, aşk, şarap ve kadındır. Bir başka felsefesinde tabiat, talan edilen, yağmalanan, sömürülen, şehevî, nefsanî arzuların yalnızca tatmin aracıdır. Hayat da buna imkân tanıyan zamandır.

Böyle bir dünya görüşü hiç şüphesiz materyalist niteliklidir. Yani varlık, fenomenolojik olarak algılanır. Bir başka ifadeyle varlığa görünen fizik boyutundan öte müteâl (aşkın) manalar yüklenmez. Yalnızca var olmaları gerçeklikleriyle kabul edilir, bir Yaratıcının mesajlarını taşıyan yaratılmış varlıklar olarak kabul edilmez.

Anadolu Türk-İslâm medeniyetinin tabiatı, dünyayı, varlığı algılayış biçimi; yani ontolojik felsefesi ise daha dürüst ve daha saygılıdır. Tabiat yalnızca bedensel ihtiyaçların yağma aracı değil, bundan öte yüce manaların ve ilâhî tecellilerin somut görüngüler âlemidir. Tefekkürle insanı gayba ulaştıran şehadet âlemidir. İnsanın insan-ı kâmil olmak yolundaki tecrübelerinin vuku bulduğu sahnelerdir. Yaratılmış olmaklıkları noktasındaki kader birliklerinden dolayı ilâhî emanetler manzumesidir.

Kimi hükûmetlerin Batılılaşma programları çerçevesinde getirmeye çalıştığı çağdaş uygarlığın temel ilkelerinden birisi "aklın birincil konumu" değer yargısıdır. 

Bu, her alanda "yıldız böceği" ya da "sönük bir cep feneri" hükmünde olan salt aklın verilerinin kılavuz kabul edilmesini ifade ediyor. Bugün Amerika ve Avrupa'nın içinde yer aldığı "Modern Batı Medeniyeti"nin temel unsuru, içine doğup yaşadıkları kültürün arka planında vahiyden tecerrüd etmiş beşerî akla sonsuz güvendir.

Batı, medeniyetinin bu temel değerini 16. yüzyılda ortaya çıkan Rönesans'la birlikte modern bir yorumla elde etmiştir. Ancak, Rönesans'ın özleri, Antik dönem Anadolu uygarlıklarında yatmaktadır. 

Bizdeki batılılaşma hareketlerinin ilham kaynağı da kuru bir batı taklitçiliği aşağılık duygusundan kurtulma amacına dönük olarak Selçuklu-Osmanlı Anadolu Türk-İslâm medeniyeti öncesi eski Anadolu medeniyetleri olmuştur. Böylelikle bizdeki batılı değerler sisteminin taşıyıcıları, kendilerine göre makul savunma mekanizmaları geliştirmişlerdir.

Demişlerdir ki, bu gün çağdaş dünyada evrensel medeniyeti temsil eden Batı medeniyeti, yani bizim talip olduğumuz medeniyetin kaynağı yine bizim topraklarımızdadır. 

Ancak, Anadolu Türk-İslâm Medeniyetinin vârisleri yüzyıllar boyu ve halen coğrafyayı maddî anlamda, vatan olarak paylaşmaktadırlar. Bu topraklar Yunan'a olduğu kadar belki daha fazla İslâm medeniyetine de yataklık etmiştir. O hâlde esas alınacak olan, medeniyetlerin değer yargılarının sorgulanması ve kabul edilebilir olanın benimsenmesidir.

Ortada duran bir başka sorun da bugün Anadolu toprakları üzerinde yaşayanların kendi kültür ve medeniyet temellerini, tercih ettikleri klasikler repertuarıyla sağlamlaştırma çabalarıdır. 

Bilim, kültür, sanat eserleri için genellenebilen "klasik" terimi, sistematiğini bulmuş, ilkeleriyle tutarlı bir bütünlüğe ulaşmış, açıklayıcılığı ve yönlendiriciliği olan bir dünya, hayat, zaman ve varlık görüşünün zaman, coğrafya ve ırkla sınırlı olamayacak derecede evrenselliğini yansıtan, eser ya da eserleri işaret eder.

Şu hâlde bazı ayırıcı özellikleriyle mümtaz insan zümrelerini duygu ve düşüncelerinin evrensel düzeyde asıl kaynağını buldukları klasik, temel kaynak eserleri vardır. Çıkış yollarını bu eserlerde ararlar, kimliklerini bu eserlerin içerdikleriyle tanımlarlar.

Klasik eserler, örnek alınır, taklit anlamından çok, yararlanma ve etkilenme anlamında ve gelenek oluştururlar. Özgün kültür ve medeniyetler de bir anlamda klasiklerde kodlanmış gibidirler.

Tanzimat sonrasındaki batılılaşma hareketleriyle birlikte başlayan kültürel kimlik arayışları arasında, batılı değer yargılarını ve dünya görüşünü benimseyen insanlar, kültür ve medeniyet geçmişlerini Osmanlı - Selçuklu dönemlerini atlayarak Antik Çağ repertuarını ortaya çıkarıyorlardı.

Bunların hız ve ışık aldıkları klasikler, batılıların da temel aldıkları Latin - Yunan klasikleriydi. Bunların asıl dili de Latincedir. Hümanistler, aydın olmanın ön şartı olarak Latinceyi bilmeyi ileri sürmüşlerdi. Bizde de Nurullah Ataç, Latince ve Yunancanın okullarda zorunlu ders olmasını önermişti.

1930 Neşriyat Kongresi ve 1940'lı yıllarda Hasan Âli Yücel'in öncülüğünde kurulan Tercüme Bürosu, 1941-1946 yılları arasında 500 batılılaştırma genel politikası içinde yüklendiği yargılarının ve bunların üzerine bina edildiği klasiklerin asıl ana vatanı Anadolu topraklarıdır, Akdeniz havzasıdır. 

Dolayısıyla bu klasiklerin dilimize kazandırılmasıyla yetişecek yeni nesiller, kendilerini batıyla daha inandırıcı ölçüde özdeşleştirebilecekler ve kişiliklerinin oluşumu daha esastan hâlledilmiş olacaktı.

Nasıl Avrupa'da Rönesans Yunan-Latin medeniyetinden kalkılarak başlatıldıysa Türk Rönesansı da denilen Cumhuriyet batıcılığı, Aydınlanma çağının taklidi düzeyinde başlatıldı. Yoksa bu hareketin özgün nitelikleri ve ilkeleri yoktu. Batının geçirdiği evrelerin Türkiye'ce de geçirilmesi isteniyor, muasır batı medeniyeti seviyesine böylece ulaşılması arzulanıyordu.

Türkiye'de Antik dönem kaynaklı kültür oluşturma ve batılı klasikleri belirleme çabaları Cumhuriyet döneminde kurumsal olarak bilinçlice başlatılıp yürütüldü. Bilim, sanat ve edebiyat alanlarındaki sözünü ettiğimiz klasiklerin tercümeleri ve yayınlarının yanında müzik dalında Mozart, Beethoven, Brahms gibi çok sesli müzik vasıtaları temel alınarak Cemal Reşid Rey, Adnan Saygun, Ferid Alnar, Ulvi Cemal Erkin ve Necil Kazım Akses gibi besteciler tutturmak istedikleri batılı anlamda müzik aşıları vardır.

Plastik sanatlar, görsel sanatlar sahasına gelince bu konuda şunlar söylenebilir:

Antik Yunan uygarlığı bir anlamda heykellerde simgeleşmiş gibidir. Antik Yunanlı, yaptığı heykele (put) idealist Klasisizimi en yetkin biçimde somutlaştırıyordu. İnsanlaştırılmış tanrıların yontulduğu bu heykellerde yapılan ve amaçlanan, noksanlardan arındırılmış, bütün pürüzleri giderilmiş idealde oluşturulan bir "en güzel" imgesi canlandırılmaya çalışılmıştır.

Milo Venüs'ü ve Belvador Apollon'u buna birer örnektir. Antik Yunan heykellerinde tanrıların en ideal insanlar biçiminde resmedilmesi ya da yontulması, o dönemin toplumlarının dünya görüşünün bir ifadesidir. İlâhî olanla beşerî olan ikilemi ve ayrımı gibi bir kavramlaştırma yoktur. İlâhî alana giren tüm özellik ve vasıflar insana atfedilmiştir, ama idealdeki en güzel ve en kusursuz insana…[7]

Türk Edebiyatında Anadolu teması

Bazı edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler, Anadolu'nun Türk edebiyatına Cumhuriyet'le girdiğini, ondan önce sanatçıların Anadolu'ya dönüp bakmadıkları genel yargısını ileriye sürmüşlerdir. Bununla Türk-İslâm Osmanlı edebiyatının seçkinci bir edebiyat olduğu yolunda bir suçlayıcı sonuca ulaşmak istemişlerdir. Her şeyden önce bu yargının içinde zımnen Anadolu-merkez ayırımı bulunmakla kendi iç çelişkilerini de beraberinde taşımaktadır.

Türk-İslâm Osmanlı döneminde merkez-taşra, yönetici-yönetilen, İstanbul-Anadolu bütünleşmesi vardır. Sanatçıların bulundukları coğrafî bölgelere göre yaptıkları edebiyat, çatışmayı doğuracak özelliklere sahip değildi. Halk şairleri, köy ve kasabalarının özelliklerini İstanbul şairleri de İstanbul'da yaşanan kültür ve coğrafî özellikleri yansıtıyorlardı.

Ancak Tanzimat'tan sonra devlet yönetiminin her alanda batılılaşma çabalarıyla birlikte İstanbul - Anadolu ayırımı hem yönetici - yönetilen hem de yerleşim birimi anlamında farklılaşmaya başladı. Batıcı saray çevresi, zengin bürokrasi ve tüccar sınıfı, Müslüman halkın yaşama biçimi ve kültürel değerlerinden bambaşka bir hayat yaşamaya başladı.

Tanzimat ve Servet-i Fünun dönemlerinde ortaya konan edebî ürünlerin çoğu Türkiye'de genel çoğunluk tarafından yaşanan değil, küçük bir azınlıkça özenilen mukallit bir batıcı hayat ve çevre tasvirleriyle doludur. Halit Ziya'nın İstanbul merkezli romanlarında hemen hemen hiç cami ve diğer İslâmî günlük yaşantı motiflerinin yer almaması buna bir örnektir.

Batı yanlısı edebiyatçı sınıfının İstanbul'un kozmopolit çevrelerinin edebiyatını yapması, Müslüman çoğunluğu yok sayması, hep batıdan ithal değerleri idealize etmesi, İstanbul-Anadolu ayrışmasını hem körükledi hem de Anadolu lehine tepkileri doğurdu. Mehmet Emin Yurdakul'un millîci çıkışları bir dönüm noktası olarak kabul edildi.

Cumhuriyetten sonraki dönemlerde merkez - Anadolu karşıtlığı daha derin boyutlara ulaştı. Batıcı özellikler ağır bastı. Bu kez merkez İstanbul yerine Ankara oldu. Anadolu ise taşra olarak kalmaya devam etti. Cumhuriyet dönemi kimi yönetici ve seçkinleri Batıdan ithal yeni değerlerini zaman zaman halka tepeden dikteyle benimsetmeye çalıştılar. Yeni anlayışın yanında yer alan edebiyatçılar da bu batıcı değerleri Anadolu Türk insanına sanat yoluyla ulaştırma görevine talip oldular. Örneğin Reşat Nuri Güntekin Anadolu'ya batıcı fikrî, sosyal ve siyasî dünya görüşünün eğitim yoluyla taşınmasında romanı kullandı. Onun idealize ettiği öğretmen tipi, batıcı değerlerle örülü bir toplum kuracaktır.

Batıcı aydın, Anadolu'ya coğrafî, tabiî anlamda romantik bir burjuva duyarlılığı ile, sosyal ve siyasî anlamda ise eğitilecek ve güdülecek bir sürü ve çarıklı, cahil köylü kalabalığı olarak bakıyordu. Anadolu edebiyatı yapan imtiyazlı azınlık, İstanbul ve Ankara gibi merkezin çekim alanından çıkmamış, hep dışarıdan gazel okumuştur. Anadolu'ya havasından, suyundan, yeşilinden, etinden, sütünden faydalanılacak, bir anlamda sömürülecek müstemleke olarak bakmışlardır. 

Tanzimat'tan itibaren batıcı kozmopolit, eyyamcı Osmanlı İstanbul'u ve Cumhuriyetle birlikte yine batıcı gruplar merkezî güç oluşturmuşlar, Anadolu'yu da "taşra" diyerek ayırmışlardır. Böylece Anadolu, "merkez"in dışında ayrıca "çevre" niteliğine bürünmüştür. Batıcı edebiyatçıların Anadolu'ya gerçekçi olmayan yaklaşımlarına karşı farklı yaklaşımlar ve bakış açıları da oluştu: Bunların başlıcaları: Antik Yunancı, sosyalist, Milliyetçi ve İslâmcı bakış açıları.

Halikarnas Balıkçısı, Nurullah Ataç gibi kişiler, Anadolu'ya Antik Yunan'ın varisi olarak bakmışlar, Osmanlı ve Selçuklu dönemlerini yok sayıp, eski Anadolu medeniyet ve kültürlerini diriltmeye çalışmışlardır.

Sosyalistler, Anadolu insanının ekonomik anlamda geriliğini ve sömürülüşünü nazara verdiler. Konuyu yalnızca tek bir boyuta yani ekonomiye, sınıf çatışmasına indirgediler. Bu da onların materyalist bakış açılarının tabiî bir sonucuydu. Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın "Kızılırmak Kıyıları" ve köy romanları buna birer örnektir.

Milliyetçi görüş ise Anadolu'yu millî değerlerinden, gelenek ve törelerinden uzaklaştırılmasına çalışılan komünist faaliyetlere karşı korunması gereken Türk milletinin yurdu olarak gördü. İslâm da Anadolu Türklüğünün millî kimliğinin bir unsuruydu.

İslâmcı bakış açısına göre ise olay, ne yalnız ekonomik ne de yalnızca millîlik meselesiydi. Öyleyse çatışma, İslâmî değerleri, dünya görüşünü, yaşama biçimini, dünya ve ahiret sistemini benimseyenlerle bunları reddetmekle kalmayıp dine, dindara baskı uygulayanlar arasındadır. İşte İslâmcı edebiyat, Anadolu temasını bu bakış açısına göre işlemiştir. 

O da şu biçimdedir: Millet omurgasını Anadolu Müslüman toplumu oluşturmaktadır. Tanzimat'tan daha önceki dönemlerde merkezi oluşturan İstanbul ve diğer başkentler, halkıyla bütünleşmiş haldeydi. Halk, kendisinin temsil edildiğinden emindi. Ancak Tanzimat'tan sonra merkezden halkın temsilcileri zaman zaman kovulmuş, onun yerine batı yanlısı, halk karşıtı güçler geçmiştir. Anadolu ile merkez arası ayrılık ve çatışma buradan başlamıştır.

Batının memuru olma konumu ve işlevini benimsemiş olan kimi yöneticiler, Anadolu Müslüman Türk ahalisini hem maddî anlamda ekonomik sömürüyle hem de manevî anlamda çağdaşlık, batılılaşma ve modernleşme adına İslâm'ı fert ve toplum hayatından sürme çalışmalarıyla talan ettiler. İslâmcı edebiyat, Anadolu temasını işlerken Anadolu coğrafyasında ikamet eden Müslüman halkın Batı âleminin tüm İslâm dünyasına uyguladığı zulüm, ezme, sindirme, değiştirme, dönüştürme genel politikalarının yerli işbirlikçiler eliyle yürütülmesine gösterilen tepkiye sözcülük etti.

İçinde yer alınan ve içerden savunulan toplum, genel anlamda tüm Müslümanlar, özel anlamda ise Anadolu Türk Müslümanları idi. Tepki gösterilenler ise genelde Hıristiyan emperyalist Batı dünyası ve onun yerli işbirlikçileri olan mahalli temsilci ve memurları konumunda olan batıcı yöneticilerdi.[8]

 

Prof. Dr. Nurullah Çetin - Yeni Mesaj

 

Kaynak: YENİ MESAJ GAZETESİ

[1] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007828/anadolu-kavramini-yeniden-sorgulamak/prof-dr-nurullah-cetin

[2] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007844/anadolu-kavramina-farkli-yaklasim-bicimleri/prof-dr-nurullah-cetin

[3 ]http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007864/bazi-turk-aydinlari-anadoluculuk-tasavvurlari/prof-dr-nurullah-cetin   

[4] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007879/yerli-milli-ve-islami-olan-anadolucular/prof-dr-nurullah-cetin

[5] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007886/humanist-batici-anadolu-hareketi-ve-mavi-anadoluculuk/prof-dr-nurullah-cetin  

[6] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007901/kimliksizlerin-anadoluda-kulturel-koken-arayislari/prof-dr-nurullah-cetin

[7] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007924/anadolu-da-medeniyet-kavgasi-ya-da-kulturel-kimlik/prof-dr-nurullah-cetin

[8] http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12007938/turk-edebiyatinda-anadolu-temasi/prof-dr-nurullah-cetin



Bu haber 1,421 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    15,446 µs