En Sıcak Konular

YALÇIN KÜÇÜK'ÜN MEHMET AKİF'E DAİR İFTİRALARINA PROF. DR. NURULLAH ÇETİN’İN CEVABI -III-

23 Kasım 2010 22:22 tsi
YALÇIN KÜÇÜK'ÜN MEHMET AKİF'E DAİR İFTİRALARINA  PROF. DR. NURULLAH ÇETİN’İN CEVABI -III- Yalçın Küçük'ün,Mehmet Akif Ersoy hakkında ileri sürdüğü akla ziyan iddialara;Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Nurullah Çetin cevap verdi.

Bu yazının ikinci bölümüne şu linkten ulaşabilirsiniz

http://www.mirhaber.com/haber.php?haber_id=36140

Âkif’in Arapça Bilmediği ve Kur’an Mealini Yazmadığı 

Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER: Bir de Âkif’in Arapçayı iyi bilmediği ve Kur’an meali yapmadığı, yapacak kapasitesi olmadığı iftirası var. Yalçın Küçük şöyle diyor:
“Mehmet Âkif’i öyle mütebahhir, engin bilgi sahibi birisi sayamıyorum. Kahire’de Üniversitede Türk edebiyatı dersi verdiği zamanlar, öğrencileri Arapçasını anlamıyor ve hatta zaman zaman alay ediyorlardı. Halbuki hakkında çok iyi Arabî bildiğine dair bir edebiyat var. O kadar öyle ki Atatürk, bu edebiyata kanarak Kur’an’ı en iyi Âkif’in çevireceğine inanmış ve çeviriyi sipariş etmiştir. Âkif’in yapamadığını ve en azından ortada bir çeviri olmadığını biliyoruz. (….) Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi, çok büyük bir ihtimalle olmayan bir çeviriyi yakmıştır. Âkif’te böyle bir çeviri için bir dilbilgisi, iki çalışma alışkanlığı, üç kendine güven yoktur.”[54]
Âkif Arapça bilmez mi?
 

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN: Mehmet Âkif’in kendi döneminde Arapçayı en iyi bilenlerden biri olduğu üzerinde o dönemde herkes görüş birliği içindedir. Bir tek Yalçın Küçük farklı düşünüyor. Yalçın Küçük Arapçayı o kadar iyi biliyor olmalı ki Âkif’in Arapça bilip bilmediği konusunda ahkâm kesiyor. Arapçanın a’sından haberi olmayan Yalçın Küçük’ün biraz söylediklerini bilmesi lazım. Gelelim Âkif’in Arapça bilgisine.
Sebilürreşad dergisinde bazı Kur’an ayetlerinin tefsir ve tercümesi meselesi gündeme gelince bu işi Âkif’e verirler. Âkif de tevazuundan bunu kabul etmek istemez. Yoksa Arapça bilmediğinden değil. Kur’an’ı hakkıyla tercüme ve tefsir yapamamaktan korkar. Israr edilince Âkif kabul eder ve “Bilmem ki becerebilecek miyim? Yapmaya çalışayım.” Der. Gerisini Eşref Edip’ten takip edelim:
“Üstadın bunu kabulü hepimizi sevindirdi. Çünkü Üstad’ın bunu en mükemmel tarzda yapabileceğinde şüphe yoktu. Edebiyyât-ı Arabiyyeye (Arap edebiyatına) olan vukufu (derin bilgisi), sonra tercümedeki kudreti, kelimelere karşılık bulmak, cümlelere şiir gibi ahenk vermek hususundaki muvaffakiyeti (başarısı) malum idi (biliniyordu). Yalnız bunu kabul etmesi kafi idi. (…) Filhakika (gerçekte) Üstat bu yolda tercüme ve tefsire başladı. Kur’an’ın belagatini (edebî değerini), ruhunu, ulviyetini (yüceliğini) öyle açık, öyle sade bir lisanla gösterdi ki herkes hayrette kaldı.”[55]
Ayrıca Aksekili Ahmet Hamdi hatıralarında Âkif’in Arapça bilgisinin derinliği hakkında bazı bilgiler de vermektedir.
“Şehzade kulübünde edebiyat-ı Arabiye dersleri
Üstat Mehmet Âkif'i ilk defa İttihad ve Terakkî'nin Şehzâdebaşı İlmiye kulübü'nde gördüm. Orada gece dersleri veriliyordu. Üstat da Edebiyat-ı Ara­biyye (Arap edebiyatı) okutuyordu. Devam edenlerin çoğu yüksek tahsil görmüş talebe idi. Her derste hemen iki yüzden fazla talebe bulunuyordu. Bazen salon almıyor, birçokları ayakta kalıyordu. Üstad'ın Arap edebiyatı hakkındaki yüksek vukufu (bilgisi) bütün talebe arasında büyük bir alâka uyandırmıştı. Her derste yeni yeni talebeler görülüyordu. Şair Mehmet Âkif'in Arap edebiyatı okuttuğunu, tercü­me usûlünü gösterdiğini işiten talebe Üstad'ın dersini dinlemeye koşuyordu. Mühim edebî eserleri yeni usûllere göre tahlil ve tercüme hususunda Üstad'ın gösterdiği kudret ve yenilik bütün talebe muhitinde (çevresinde) ilmî bir heyecan uyandır­mıştı. Haber alan meraklılar akın akın Üstad'ın dersine geliyorlardı.
Tercüme hususundaki yenilikleri
Üstat ilk defa meşhur "Muallakât-ı Seb'a"dan derse başlamıştı. Muallakât-ı Seb'a malûm. Arap edebiyatının en güç parçaları... Bunu herkes okutamazdı. Pek nadir olarak okutanlar da müşkilâtla okutabiliyor, birçok şerhler ve haşiyelerle zevk-i edebîyi kaybediyorlardı. Maksat fevt oluyor (ortadan kalkıyor), o kadar zah­metten bir netice hâsıl olmuyordu (çıkımıyordu). Onun için şair Mehmet Âkif'in tedris (öğretim) tarzı talebe arasında büyük bir alâka uyandırmıştı. Üstat beyitlere toptan mana verir, lâzım gelen kelimeleri kısaca tahlil eder, sonra gayet selis (akıcı) tercüme ederdi. Herkes de güzel güzel anlardı. Bazen bu tercümeler manzum olurdu. Ta­lebe bu tercümeleri ezberlerdi. Talebe, Üstad'ın takip ettiği tercüme usûlü sayesinde, birkaç ders sonra tercüme yolunu öğrenmiş oluyordu.
Zamirin mercii
Bir gün talebeden biri bir beytin aslında olan zamirin manası tercümesin­de gösterilmemiş olduğunu söyledi. Hâlbuki Üstat tercümede onu göstermiş­ti. Fakat talebe yeni üslûbun acemisi olduğundan farkında değildi. Talebenin itiraz ve suali üzerine Üstat gülümsedi ve dedi ki:
"-Beytin manası budur. Sen zamiri istediğin yere gönder!"
Hepimiz de güldük. Üstad'ın bu sözü bir darb-ı mesel (atasözü) gibi daima tekrar olunurdu. Yüksek ulemâdan (alimlerden) merhum Seyyid Taha Efendi de Üstad'ın bu sö­zünü işitmiş. Çok hoşuna gitmiş olmalı ki dâima tekrar ederdi.
Okuttuğu eserler
Üstat "Muallakât-ı Seb'a"dan sonra Zemahşerî'nin "Lâmiatü'l- Arab" kasidesini okuttu. Sonra sıra ile İbn-i Verdî'nin, Ebulfeth Büstî'nin kasidelerini ve Arap edebiyatının kıymetli parçalarını gösterdi.”[56]
Yine o dönemin büyük âlimlerinden Tahir Olgun (Tahirül-Mevlevi) de bir hatırasında Âkif’in Arapça bilgisinin sağlamlığı konusunda şunları söylüyor:
 

“Arapça'daki kudreti
Akif'in Arapçayı ne kadar iyi bildiğine dair Babanzâde merhum Ahmet Naîm Bey'den işittiğim bir fıkrayı nakledeyim:
Darülfünun (Üniversite) edebiyat-ı Arabiye (Arap edebiyatı) müderrisi (hocası) Şevket ve Ahmet Naîm Beylerle Akif, Arapça müzâkere ediyorlarmış. Şevket merhum, Türkiye'nin en iyi Arapça bileni olduğu gibi, merhum Ahmet Naîm de en iyi bilenlerindendi. Âkif o sırada bunlar derecesine çıkışamıyormuş. Ramazan dolayısıyla müzakereyi kesmişler. Âkif, o Ramazan evine kapanmış, geceli gündüzlü Arapçaya çalış­mış. Derse başlanınca Âkif de hemen kendi seviyelerine yükselmiş olduğunu Şevket ve Naîm Beyler görmüşler. Naîm merhum bunu anlatırken:
"-Âkif inadına çalışmıştı," derdi.
Âkif'in "Müslüman Kadını" ve "Şeyh Muhammed Abduh'un Hanotaux'a Ce­vapları" isimleriyle Arapçadan mütercem (tercüme edilen) kitapları, husûsiyle (özellikle) Kur'ân âyetlerinden bazılarının nakl-i meali (anlamının aktarılması), tercümedeki kudretini gösterir.
Bunun daha hayret-bahş olanı (hayret vereni), Berlin'de Tunuslu Şeyh Salih'in Arapça nutuklarını, söylenirken Fransızcaya nakletmesidir ki yabancı bir lisanla söylenilen bir sözü, yine yabancı bir lisanla anlatıvermek, her tercümanın yapabi­leceği bir iş değildir sanırım.
Ben Türkçeye çevirdiğim yazılarda kelime değil, söz nakletmeyi ve ter­cüme kokusu bulundurmamaya çalışmayı Âkif'ten öğrendim dersem, hakika­ti söylemiş olurum.”[57]
Hafız Yusuf Cemil beyin bir hatırası:
“Kitâbü’l-Kâmil’i okuduğumuz sırada “ukûl / akıllar” manasına olan “ahlâm” kelimesi için istişhâden (şahid, delil göstererek) ben: “kâlû adğâsü ahlâm…” (Kur’an, Yusuf: 12 / 44, Enbiya: 5) dedim.
Hazret-i Âkif hemen:
“-Em te’mürühüm ahlâmühüm bi-hâzâ…” (Kur’an, Tur: 52 / 32) dedi.
Evvelkisi, “karma karışık rüya yığınları”, ikincisi ise, ”Akılları bunu mu kestiriyor?” demektir.
Ben nasılsa yanlış istişhâd etmiştim. Akif Bey hem benim yanlışımı tashih etti, hem de yanlış anlayışımdan dolayı beni muâheze etmiş (sorgulamış) oldu.
İnce zekâsı, yüksek anlayışı vardı. Kendisinden okuduğumuz Fehmi Efendi bile onun kudretine, irfanına meftun (tutkun) idi.”[58]
 

Bir başka hatıra:
“Meşhur Hoca Mahmut Esat Efendi çok defalar Arapçadaki şüphelerini gelip Üstattan hallederdi. Bir defa Mahmut Esat Efendi “amed” kelimesinin müzekker (erkek) mi, müennes (dişi) mi olduğunda tereddüde düşmüş, gelip Üstada sormuştu. Üstat hemen “Fî amedin mümeddedeh” (Kur’an, Hümeze: 104 /9) ayetini okumuş:
“-Hiç tereddüt etme! “Amed” müennestir demişti.
Üstat ne bilirse sağlam bilirdi. Bilmediğine de burnunu sokmazdı.”[59]
Daha bunlar gibi döneminin önde gelen onlarca bilim adamı Âkif’in Arapçasınını çok ileri seviyede olduğunu söylerler. Bu konuda ayrıca Dücane Cündioğlu’nun Bir Kur’an Şairi (Gelenek yayıncılık, İstanbul 2004) adlı eserinde pek çok bilgi bulmak mümkündür.
Bir de Yalçın Küçük, Safahat’ı iyice incelerse orada Âkif’in pek çok ayet ve hadisi yetkin biçimde tercüme ettiğini görür. Hiçbir ilahiyatçının, Arapça aliminin bir itirazı olmamış. Arapça bilmeyen Yalçın Küçük kalkıyor, Âkif Arapça bilmediği için Kur’an’ı tercüme edemedi diyor. Edilecek laf mı bu?
 

Âkif’in Millî Mücadelemizde Savaşmayıp Eğlendiği
 

Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER: Yalçın Küçük, Âkif’in Millî Mücadele’ye katılmadığını, savaşmadığını, Taceddin Dergâhı’nda kira vermeden beleş yaşadığını, orada şiir, şarkı, ilahi okuyup dinleyerek vakit geçirdiğini söylüyor:
“Savaşa katılmak, iştirak etmek, elde silah savaşmaktır ve Âkif, savaşmamıştır ve savaşa katılmamıştır. Artık zahmeti sevmeyen bir insan olduğunu görmek zorundayız; kaldı ki Meclisteki mebusların pek çoğu savaşçı değildi, Kemal Paşa, İsmet Paşa, Ali Fuad Paşa, Kazım Paşa savaşçı idiler ve aynı zamanda mebustular. Âkif ve pek çoğu bunlar içinde “Türk” sözcüğünü kullanarak alternatif marş yazanlar da varlar; savaşmadılar; karşı çıkanlar ile Âkif arasında bir fark bulunmuyordu. Bir fark olabilir; Akif o sırada Ankara’da kiralar çok yüksekti, kira vermiyor ve bir tarikata ait dergâhta kalıyordu. Fark, birden bire kiralık makul ev sıkıntısı çeken Ankara’da Mehmet Âkif’in kira vermeden bir tarikatın lojmanında kalmasıdır, ol tarihte meşruta diyorduk. Mehmet Âkif kira vermeyi sevmemekte ve hep misafir kalmayı sevmektedir.
Celvetiye Tarikatına ait Tacettin Camii dergâhında kalan bir kimseyi İstiklal Savaşı’na katılmış sayamayız. Dergâhta şiir okuyorlar, ilahî söylüyorlar, şarkı dinliyorlardı. Âkif şarkı dinlemeyi pek sevmektedir.”[60]
Âkif, Millî Mücadele’de oyunda oynaşta mıydı?
 

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN: Bu ifadelerden kısaca şu sonuçlar çıkıyor:
 

1. Savaşmak sadece silahlı mücadelede bulunmak demektir. Buna göre Âkif, Millî Mücadeleye katılmamıştır. Âkif elde silah savaşmamıştır, ama on binlerce insanın eline silah alıp canla başla savaşmasını sağlayacak bir büyük uyanış için savaşmıştır. Anadolu’nun pek çok yerinde vaazlarıyla, konuşmalarıyla, sohbetleriyle, yazılarıyla milleti millî direnişe çağırmış, milletin şevkini artırmış, ümit aşılamış, savaşa davet etmiştir. Millî bir kurtuluş savaşında herkes elde silah savaşmaz zaten. Bazıları silahla savaşır, bazıları ekmek yetiştirir, bazıları mermi taşır, bazıları su yetiştirir, bazıları yaralıya bakar, bazıları başka işler yapar. Yalçın Küçük efendi, hangi akılla savaşı sadece silaha indirgiyor akıl alacak şey değil.
Bu meseleyle ilgili olarak Nurettin Artam’dan bir iktibas yapalım:
“Balkan Harbi’nin felaketli günlerinden birisinde bir tanıdığı Âkif’e Safahat’ın birinci cildinde hemşirezadesi Selma için yazdığı bir mersiyeden bahsederek:
“-Ne içli bir yazıdır o, demişti, tekrar tekrar okur, hâlâ zevk alırım.”
O zaman Âkif’in daima parlak gözlerine bir düşünce bulutu inmiş ve şair şu cevabı vermişti:
“-Şimdi hısım akraba, çoluk çocukla meşgul olmaya gönlümüzün tahammülü yok; vatan yanıyor!”[61]
 

2. Yalçın Küçük, Millî Mücadeleye karşı çıkanlarla Âkif arasında fark yoktur demeye getiriyor. Bunun üzerinde durmaya bile değmez. Zira açıktır ki Âkif, Millî Mücadeleye karşı çıkanlarla safını ayırmış ve Anadolu’ya geçip Kuva-yı Milliye cephesinde yerini almıştır. O dönemin bazı din adamları, Millî Mücadeleye karşı çıkarken Mehmet Âkif onlardan ayrılıp hiç tereddüt etmeden Atatürk’ün Kuva-yı Milliyesi safında yerini almıştır. Yani Âkif, Millî Mücadeleye karşı çıkanların safında yer almamıştır. Tam tersine onlara karşı Atatürk’ün yanında yer almıştır. Bu mesele kaynaklarda genişçe yer almıştır. Mesela Eşref Edip bu meseleyi şöyle anlatıyor:
 “Ankara'ya hareket
Anadolu Harekât-ı Milliye'si (Atatürk’ün Kuva-yı Milliyesi) ge­nişleyerek Ankara'da toplanmaya başlayınca Üstat (Mehmet Akif):
- Artık burada duracak za­man değildir, gidip çalışmak lâzım. Bizim tarafımızdan halkı tenvire (aydınlatmaya) ih­tiyaç varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara'ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla, Sebilürreşat klişesini al, arkamdan gel. Meşihattakilerle (Osmanlı Devletinde Diyanet İşleri Başkanlığı) de temas; et, Harekât-ı Milliye (Atatürk’ün Kuva-yı Milliyesi) aleyhinde bir halt etmesinler," dedi.                                
Elini öptük, vedalaştık. Üstad'ın Anadolu'ya geçtiği anlaşılınca bize karşı tazyikat (baskılar) arttı.
 

Saray'ın Meşihat'ı tazyiki  
O günlerde, Saray, Kuvâ-yı Milliye aleyhine bir fetva almak istiyor, Meşihat'ı tazyik ediyordu.                                                                                
Şeyhülislâm Haydârîzâde İbrahim Efendi idi. Anadolu'daki vatanperverâne harekât hakkında kendisini tenvir ediyor (aydınlatıyor), müzaheretini  (desteğini, yardımını) temine çalışıyorduk. Saray'ın tazyikine karşı mukavemet (karşı durma, direnme) tavsiyelerimizi cidden hüsn-i suretle telâkki ediyor (iyi karşılıyor) ve dayanıyordu.
Haydârîzâde'nin Saray'ın arzusuna mukavemet suretiyle Anadolu harekâ­tına olan müzaheret ve hizmetine vâkıf olan, zannederim, pek az kimse vardır. Bu, bir hakikat-i tarihiyedir (tarihsel bir gerçek) ki bilinmesi lâzımdır.
 

Şeyhülislâm'ın tebdili (Değiştirilmesi)
Saray'ın tazyiki karşısında merhum Haydârîzâde nihayet istifasını verdi. Dürrîzâde Meşihat'a geldi. Herkes kendisini tebrik ederken biz de ona şu sözleri söyledik:
"— Haydârîzâde istenilen fetvayı vermemek için çekildi. Sizi bu fetvayı vermek için getirdiler. Siz belki bu fetvayı vereceksiniz. Fakat bunu vermekle en büyük fenalığı yapmış, en büyük günahı işlemiş olacaksınız!
"— İcabına göre hareket makamımıza aittir.
"— Çok temenni ederim ki o makam millet arasında nifaka âlet olmasın."
Orada hazır bulunan birkaç zat bu muhaveremizi (konuşmamızı) hayretle dinlemişlerdi.
 

Sebilürreşad'ın Anadolu'ya nakli
Artık İstanbul'da yapacak bir şey kalmamıştı. Maatteessüf korktuğumuz hâdise-i elime (elem verici olay) vukua (meydana) gelmişti. Dürrîzâde Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki fetvayı Vahideddin'in eline vermişti.
Bu vaziyet karşısında idarehanenin işlerini yoluna koymaya vakit bulma­dan olduğu gibi bırakarak Sebilürreşad'ı Anadolu'ya nakletmek lâzım geldi. Üstad'ın dediği veçhile (şekilde), klişeyi alarak Karadeniz tarikiyle (yoluyla) İnebolu'ya, oradan Kastamonu'ya geldim ve Üstad'a bildirdim.
Mehmet Âkif'in Ankara'ya gidişin­den yalnızca Eşref Edib'le damadı Ömer Rıza ve ailesi haberdardır. Âkif, oğlu Emin'i de yanına alarak Trabzon mebusu (milletvekili) şehit Ali Şükrü Bey'le birlik­te 10 Nisan sabahı İstanbul'dan hare­ket eder.
Eşref Edip, "Çağırıyorlar" konusuna 1957'de biraz da Hayrettin Karan'ın zorlamasıyla -Çünkü tefahur (övünme) olur düşüncesiyle vatan ve millet yolunda yaptıkları çalışmaları anlatmak istemez - Millî Mücadele'deki hizmetlerini anlatırken şöyle açıklık kazandırır:
"O sıralarda bir gün rahmetli Âkif'le idarehanede konuşuyorken merhum Ali Şükrü geldi:
"— Haydi hazırlanınız, gidiyoruz, dedi.
"— Nereye, dedik.
"— Ankara'ya. Oradan sizi çağırıyorlar. Paşa (Mustafa Kemâl) sizi istiyor. Sebilürreşad'ın Ankara'da neşrini (yayınlanmasını) istiyor. Sebilürreşad'ın Ankara'da intişârı (yayını), Millî Hareketin manevî cephe­sini kuvvetlendirecektir.
"Âkif'le bakıştık. Ali Şükrü kat'î bir lisanla,
"— Hiç düşünmeyiniz, gideceğiz, herhalde gideceğiz.
"Âkif sordu:
"— Nasıl gideceğiz?
"Ali Şükrü cevap verdi:
"— Basbayağı gideceğiz. Biz ikimiz Üsküdar'dan yola çıkacağız. İngiliz hatlarını yararak geçeceğiz. Eşref de sonra gelir. Burada işleri yoluna koyar. Karadeniz tarikiyle (yoluyla) İnebolu'ya çı­kar, oradan gelir.
"Âkif bana:
"— Ne dersin, dedi.
"Ben:
"— Gidelim, dedim; artık burada yapacak işimiz kalmadı. Herhalde orada daha faideli olu­ruz.
Birkaç gün sonra Akif'le Ali Şükrü yola çıktılar."[62]
Merhum Âkif Bey, oğlu Emin Ersoy'u da yanına alarak merhum şehid Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey'le birlikte Ankara'dan gelen vaki davet üzerine yola çıkarlar. Zorlu bir yolculuk­tan sonra Ankara'ya vasıl olurlar (ulaşırlar). Emin Ersoy'un anlattığına göre, doğruca TBMM'ye gider­ler. Meclis bahçesinde Mustafa Kemâl Paşa ile karşılaşırlar. Paşa evvela Ali Şükrü Bey'in elini sı­karak hoş geldiniz der, akabinde (sonrasında) de Mehmet Akif'e şöyle iltifat eder:
"— Sizi bekliyorduk efendim. Tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek kâbil (mümkün) olmayacak. Ben size gelirim."
Paşa uzaklaşa dursun, Akif, Ali Şükrü ve Emin, acıkan karınlarını doyurmak için lokan­ta ararlar. Derken, Akif'ler Taceddin Dergahı'na yerleşirler.[63]
 

3. Yine Yalçın Küçük’e göre Âkif kira vermeyi sevmeyen beleşçi bir adamdır. Yani asalak geçinmeyi sever. Bu son derece saçma bir yaklaşım. Âkif, paraya pula, dünyalık kişisel menfaate önem vermeyen fedakâr bir Türk aydınıdır. İstiklal Marşı yarışmasına sırf para ödülü kondu diye girmedi. Sonra Marşı seçilince de Marş için tahsis edilen 500 liralık mükafatı kabul etmedi, almadı, bir hayır kurumuna bağışladı. Kişisel menfaatine önem veren biri olsa bu parayı niçin almasın? O zaman için bu çok büyük bir para. Beleş yaşamayı seven biri bu parayı havada kapar. Ama Âkif tam bir fazilet ve ahlak abidesidir. Maddi sıkıntı içinde yaşamasına rağmen bu parayı almadı. Giyecek paltosu yoktur. Çok soğuk günlerde Baytar Şefik’in paltosunu ödünç alıp giyermiş. Bir gün Şefik:
-“Âkif Bey, şu mükafatı reddetmeyip de bir muşamba yahut bir palto alsaydın daha iyi olmaz mıydı?” diyecek olur. Buna hiddetlenen Âkif, böyle söylediği için tam iki ay Şefik’le konuşmamış. [64]
Ömer Rıza Doğrul, bu konuyla ilgili olarak ayrıca şu bilgiyi verir:
“Harbin mezâhimi (sıkıntıları) ortalığı kasıp kavuruyordu. Vesika ile ekmek ve erzak almak derdi başlamıştı. Fakat üstad için bu sıkıntılara göğüs germek işten bile değildi. Hiçbir defa bir şikâyetini, bir itirazını işitmedik. Onu bu hususta müteezzi (rahatsız) edecek bir şey varsa o da umumî sıkıntıdan hariç kalması idi. Halk açlıkla pençeleşirken tokluktan zevk alanları dünyanın en hamiyetsiz adamları sayardı. Hatta arkadaşlarından birinin evinde yarım çuval şeker gördüğü için onunla selamı kesmişti.”[65]
 

4. Yine Yalçın Küçük’e göre millet cephede savaşırken Âkif, Millî Mücadele sürecinde Taceddin Dergahı’nda şiirle, şarkıyla, ilahiyle vakit geçirmiş, gülüp eğlenmiştir.
Bunların ne kadar saçma olduğu apaçık ortadadır. Açıklamaya bile değmez.
 

Mehmet Âkif ve Masonluk
 

Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER: Yalçın Küçük’ün garip yorumlarından biri de İstiklal Marşı’nda Masonluğa dair işaretler bulması, Âkif’le Masonluk arasında irtibatlar kurması. Şöyle diyor:
“Adlarını vermek istemediğim pek değerli iki arkadaşım, bu manzume üzerine pek çalışmışlar, yazım sırasında, ilgi ortaklığı ortaya çıkınca, haberdar oldum. Burada, ilk sözcükteki "ma" hecesiyle izleyen "sön" hecesinin bir­leşmesi üzerinde durmuşlar, "mason" ya da "mason" çıkıyor; sabetayist yazıcılığın J. Emden'e de dayanarak işaret ettiğim özelliğinden bilgilerinin olmamasına rağmen, işaretleri çok ilgi çekicidir. Yalnız ben o kadar ileri gitmekten kaçınıyorum ve düşüncelerimi masonizm'e de yönelttikleri için teşekkürlerimi yazıyorum.”[66]
 “Buradan Mehmet Âkif'e gelmemiz çok kolaydır; başlıyoruz. Âkif'in Piri, Mısırlı İslamist Abduh idi ve masondur. Büyük bir sevgiyle dolu olduğu ve yanına gömülmeyi ve­sayet ettiği Babanzade Naim, hem mason ve hem İbrani asıllıydı; hamisi Abbas Hilmi Paşa ile "İslamlaşmak" kitabını çevirdiği, esbak sadrazamlardan, Sait Halim Paşa ma­sondular. Bunların sabetayist olma ihtimalini çok yüksek tuttuğumu tekrarlıyorum. Baş­kaları da var, burada duruyorum.
Tabii "durmak", aynı yönde ve başka bir yolda yürümek demektir; geçerken, Âkif'in kişiliğinden bir kaç çizgi çıkarabiliriz. İsyancı değil, itaatkârdı ve bağımsızlıktan çok sı­ğınmacıydı, çalışkan olmaktan uzak, hatta tembele yakındı, ama verilen işleri yapıyordu. Çocukluğunda Emin Paşa’nın yalısında yaşadı, Ankara'da Dergâh'a yerleşti ve daha sonra da yıllarca Abbas Halim'in eline baktı. Teşkilat-ı Mahsusa'ya girdi ve verilen görevleri yaptı; Berlin'e ve Afrika'ya gitti, Abbas Halim'den yardım görüyordu. Ankara'ya da, Kur­tuluş Savaşı'na, "git" işareti aldığını düşünebiliriz.
Kurtuluş Savaşı'nda her köşede ateşi başlatan Teşkilat-ı Mahsusa'dır.
Akif'in, belki de en hakikatperver dostu ve belki de en sadık düşmanı, hep yanında olan, Mithat Cemal'di, Âkif için "din askeriydi" diyor ki, bana göre dindarlığı da yüzey­deydi, çünkü derinden bağlanma hassası olmadığını görebiliyoruz. Mithat Cemal, "Ankara'da, ev bulacağım, diye de yorulmadı" notunu düşüyordu; şiir yazmanın dışında hiç yorulmadığını yazmak daha doğrudur. Zor yazıyordu ve düz yazıyordu; yazdıklarının şiir olup olmadığı hep tartışmalıdır, ama yazarken pek yorulduğu kesindir. Mithat Cemal, "yorulmadı" sözünden sonra, "Taceddin Dergâhı'nın şeyhi tekkeyi Âkif'e verdi" şeklinde devam ediyordu.' İstemeyi bildiğinden emin olamıyorum, hem "tekke" ve hem de "me­busluk" verilmiştir. En çok güreş tutmayı, bir düz su bulunca üstünde taş kaydırmayı ve bir de ahenk yapmayı istiyordu.
Mithat Cemal'de şu not, çok açıklayıcıdır: "Bu iş yanlış oldu; O'nun postunda ben oturacaktım, Büyük Millet Meclisi'ndeki benim yerimde de O oturacaktı". Şeyh'inin mebus ve kendisinin postnişin olmasının daha doğru olacağını söylemiş; doğrusu, pek doğru ve Meclis'te ağzını açtığına dair bir kayıta rastlamıyoruz. Güzel, Millet Meclisi'nde şeyhler çok idiler ve bu not, Dergâh'la ilişkisinin pek öyle bir yatacak yer bulma meselesi olmadığını da göstermektedir. Celvetiye Tarikatı ve kurucusu Aziz Mahmut Hüdayi'ye bir yakınlığı olduğunu çıkarabiliyoruz; Taceddin Dergâhı, Celvetiye Tarikatı'na bağlı idi. Buradan yürüyoruz.
Fakat şu esas'tır, bir yanda, masonizm ve diğer yanda, sabetayizm, tarikatlarla iç içe idiler ve hâlâ öyle sürüyor, Türkiye analizlerinde bu noktayı ihmal edemeyiz. Tabii bu tespiti yaparken, Mehmet Ragif'in ne mason ve ne de sabetayist olduğunu ileri sürüyorum, buna ihtiyacım yok. İlksel hali not ediyorum. Anma bütün çevresi, koruyucuları ve koruduklarının mason veya sabetayist ya da çok zaman olduğu üzere hem mason ve hem de sabetayist oldukları kesindir.
Masonizm ve/veya sabetayizm iddiam yok, fakat Mehmet Ragif Ersoy, bir Karay’dır.”[67]
Akif’in masonlukla ilgisi nedir?
 

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN: Yalçın Küçük, Âkif’in mason ve sabetayist olduğuna dair iddiam yoktur diyor, ama şüpheyi atmaktan da geri kalmıyor. Bir defa Âkif’le masonluğu ve sabetayistleri yan yana getirmek onu, davasını ve mücadelesini anlamamak demektir. Âkif, saf bir müslüman idi. Müslümanlığın dışında ne Yahudilik, ne Sabetayistlik ne masonlukla hiçbir ilişkisi olmadığı gibi esasta ömrü onlarla mücadele içinde geçmiştir.
Masonlarla ilgili olarak Safahat’ında bakın Âkif neler söylüyor:
“Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun..
İçki yüzler suyu, ahlakını bir bilsen onun”[68]
 

Âkif, yaptığı Kur’an tercümesini masonların oyununa gelmemek için ortaya çıkarmamıştır. Bu meselenin ayrıntısını Eşref Edip’ten dinleyelim:
“sonraları burada (Türkiye'de), ibadetlerde bir inkılâp (devrim) yapmak, na­mazlarda Kur'ân yerine Türkçe tercümesini ikame etme (yerine geçirme) cereyanları (akımları) başlayınca Âkif'in zihni alt üst oldu:
"-Benim tercümeyi bunun için mi istiyorlar," diye endişeye düştü.
Filhakika (gerçekte) devrimciliğin o taşkın ve azgın devirlerinde (1932 Ramazan'ında), mâbedlerde (camilerde) Kur'ân yerine Türkçe tercümesini ikame etmek (yerleştirmek) hareketleri başla­mıştı. Bir takım hânende (okuyucu) hafızlar camilerde Kur'ân yerine tercümeleri aynı makamla okumaya yeltenmişlerdi. Hele intihab ettikleri (seçtikleri) tercüme baştan başa yanlışlarla, tahriflerle (saptırmalarla) dolu olan Cemil Said'in Fransızca'dan tercümesi oldu­ğu için, çok yakışıksız ve saygısız bir şey olmuştu. Camilerde emirle ve ücretle bu işi gören hânende hafızların etrafından Müslüman cemaat dağılmış, yalnız bu acayip işi seyir için gelici geçici birtakım kimseler ayak üzeri dikilmişlerdi. Birkaç gün devam eden bu hareket, gönüllerde, vicdanlarda derin üzüntüler hâsıl ettiği, hânende hafızlar da Müslüman halkın imanları, mukaddes hisleri üzerinde oynamanın uygunsuzluğunu anlamış oldukları için bu teşebbüsten vazgeçildi. Tasarlanan bu inkılâp ileri götürülemedi.
Bu bir deneme idi, başarılmış olursa namazlarda da Türkçe tercümeler okunacaktı. Bu suretle Kur'ân yerine Türkçe tercümeler tamamıyla kaim ol­muş (yerleşmiş) olacaktı. Bu teşebbüste bulunanlar, Hıristiyan dininde Luter'in yaptığı­nı Müslümanlık'ta tatbik etmek istiyorlardı. Yalnız şu farkla ki, Luter bir din adamı olduğu hâlde burada bu devrimin müteşebbisleri siyasî adamlardı, farmasonlardı.
Bu çok cüretli teşebbüsün akamete uğramasında muhtelif (çeşitli) sebepler vardı. Bu sebeplerin başında ortada Müslüman halkın itimat edeceği iyi bir tercüme olmaması geliyordu. Hakikaten Cemil Said'in tercümesi yanlışlarla, tahriflerle dolu idi. Biz Sebilürreşad'da bunları açık açık göstermiştik. Buna karşı hiç kim­senin cevap verecek kudreti de kalmamıştı.
O hâlde doğruluğuna Müslüman halkın itimat edeceği bir tercüme olur­sa bu işin, dinin ana temelinde yapılmak istenilen bu korkunç ve feci inkılâbın yürümesi imkân dâhiline girebilirdi. Bu devrimle alâkalılar dediler ki:
"-Âkif'in tercümesi var ya, onu alalım. Onun doğruluğuna bütün Müs­lüman halkın itimadı var. Camilerde, namazlarda o okunursa kimse bir şey di­yemez, sesini çıkaramaz. Bu iş olur biter."
Bu teşebbüsle alâkalılar bu hususta ittifak ettiler. Bunun üzerine bu tercü­meyi elde etmek için var kuvvetleriyle harekete geçtiler.
İşte Âkif buna muttali olunca (haberdar varınca) dehşet içinde kaldı:
"-Meğer ben Rabbime karşı ne büyük hata işliyormuşum, ne büyük isyanda bulunuyormuşum!... Ben dinime hizmet için, Kur’an’a hizmet için bu ağır işi üzerime almıştım. Kur’an kalkacak, benim tercümem onun yerine kaim olacak, kıyamete kadar Müslümanlar bana lanet edecek!... Bu nasıl olur? Âkif! Sen bu oyuna, bu farmason dolabına nasıl alet olursun?..”Diye düşünmeye başladı.”[69]
 

Âkif’in İçki İçmesi
 

Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER: Yalçın Küçük, Âkif’i ayrıca sarhoşlukla, içki içmekle suçluyor. Şöyle diyor:
“Sarhoşluğa gelince Mehmet Akif içki içerdi, sarhoşluğuna tanıklık edenleri biliyoruz. Ancak ne kadar içtiğini bilmiyoruz; bununla birlikte bir içki düşkünü olmadığı kesindir.“[70]
Âkif sarhoş muydu?
 

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN: Bu da bir zırvadır sadece. Âkif, Safahat adlı şiir kitabında yer alan “Meyhane” adlı şiirinde içki evi olan meyhanelerin toplumsal hayatımıza olan zararlarını, kötülüklerini tasvir eder. İçkinin evleri, aileleri, ocakları nasıl yıktığını, ayyaş bir kocanın aile sorumluluğunu bir tarafa nasıl attığını, zavallı karısının onu aramaya gidişini dramatik bir şekilde tasvir eder. Âkif burada içkinin kötülüklerini uzun uzun anlatır. Meyhanelerin toplumumuzu çürüten yerler olduğunu sayar döker. 
Âkif, Abdülaziz Çaviş’in İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler (Ali Şükrü Matbaası, Ankara 1925, 68 sayfa) adlı eserini Türkçeye çevirmiş bir adamdır.
Faruk Nafiz, Âkif’in de bulunduğu bir toplantıyla ilgili bir hatırasında şunları söyler ki bu durum, Âkif’in içkiyle olan ilişkisini açıkça ortaya koyar:
“Hamit bir süslü sofraya, bir de Mithat Cemal’in sevimli yüzüne baktı:
-Bu tabakları öksüz bırakmamak için yanlarına birer kadeh ilave etsek nasıl olur?
Belli ki o, Mithat Cemal’e bakmak suretiyle, Mehmet Âkif’ten izin istiyordu.
Samipaşazade Sezai daha cesaretli davrandı:
-Fena olmaz, fakat üstat ne fikirde?
Mehmet Âkif gülümsedi:
-Bana teklif etmeyiniz de siz nasıl arzu ederseniz öyle hareket buyurunuz!”[71]
 

Rağif İsmi
 

Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER: Yalçın Küçük diyor ki: “Tahir Efendinin oğluna ebced hesabıyla doğum tarihi olan 1290 yılını gösteren harflerden ibaret bir isim koyduğu iddiası saçmadır; Tahir Efendi Karay isim koyma kurallarına göre isim bulmuş ve sonra bunu uydurmuştur, hepsi budur. (…) Mehmet Ragif Ersoy’un Karay olduğu kesindir.”[72]
Âkif’in Ragif isminin aslı nedir?
 

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN: Âkif, ismiyle ilgili olarak yaptığı bir açıklamada şöyle diyor:
“Babamın bana verdiği mahlas “Ragıyf”tır. Ragıyf Arapça bir nevi “ekmek” demektir. “Ragıyf” ev halkı ve mahalleli arasında kullanılamamış. “Âkif”e çevirmişler. Nüfus kağıdına da “Âkif” geçmiş. İşte bu suretle adım “Mehmed” mahlasım da “Âkif” kalmıştır. Fakat babam hep “Ragıyf” derdi. Ragıyf tevellüd tarihimi de ifade eder.”[73]
Bu durum Âkif’in Karay olduğunu göstermez. Böyle isimler verilebilir. Âkif’in babasının, ailesinin, kendisinin hayatı ortada. Bunların İslam dinine ne kadar bağlı yaşadıkları, İslam için çalıştıkları, İslam’a hizmet ettikleri, aşırı denebilecek dindarlıkta bir hayat yaşadıkları ortada. Koskoca İslam âlimi Tahir Efendinin, Mehmet Âkif’in Karay olduğunu iddia etmek deli saçması bir şeydir. Bunu ispat etmeye bile değmez. Haydi diyelim ki en kötü ihtimalle Âkif, köken olarak Karay bir soyadan geliyordu. Bu neyi değiştirir? Önceden Yahudi ve Hristiyan olup da sonra kendi iradesiyle Müslüman olan, hayatını müslümanca yaşayan ve Müslüman ölen insanı, eski kimliğinden dolayı yargılamak ve  suçlamak ırkçılık olmaz mı?. Biz, bir insanın etnik kökenine mi bakarız, fikrine, zikrine, yaşantısına, inancına mı? Âkif’in doğumundan ölümüne kadar müslümanca hayatı ve mücadelesi ortadadır. Yani sonradan Müslüman olmamıştır. Müslüman bir ailede doğmuştur. Hangi ırktan ya da dinden gelirse gelsin önemli olan onun Müslümanca bir hayat yaşamış ve hayatını Müslüman Türk milletine adamış olmasıdır. Yalçın Küçük ırkçılıkla uğraşmayı bıraksın.  

***

Kaynakça:

[54] Yalçın Küçük, Çöküş, Mızrak Yayınları, İstanbul 2010, s.47
[55] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.156
[56] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.547-548
[57] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.415
[58] Eşref Edip, Mehmet Akif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.235
[59] Eşref Edip, Mehmet Akif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.245
[60] Yalçın Küçük, Çöküş, Mızrak Yayınları, İstanbul 2010, s.57-58
[61] Ulus Gazetesi, Ankara, 28.12.1938
[62] Hayreddin Karan, Eşref Edib'in Millî Mü­cadele Yılları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2002, s. 35.
[63] bk. Cemal Kutay, Necid Çölleri'nde Mehmed Âkif, İstanbul 1978, s. 141- 163.
[64] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.136
[65] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.439
[66] Yalçın Küçük, Çöküş, Mızrak Yayınları, İstanbul 2010, s.103
[67] Yalçın Küçük, Çöküş, Mızrak Yayınları, İstanbul 2010, s.127-128
[68] Safahat, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1977, s.397
[69] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.170-172
[70] Yalçın Küçük, Çöküş, Mızrak Yayınları, İstanbul 2010, s.193
[71] Faruk Nafiz Çamlıbel, “Abdülhak Hamid’i Nasıl Tanıdım”, Yedigün, S.448, 1947
[73] Yalçın Küçük, Çöküş, Mızrak Yayınları, İstanbul 2010, s.159
[73] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, hzl. Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.494

 

Not: Bu mülakat Prof. Dr. Nurullah ÇETİN'in şahsına ait olan "nurullahcetin.com" isimli siteden,bilgileri dahilinde iktibas edilmiştir.

 



Bu haber 2,973 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,950 µs