En Sıcak Konular

ORTAK BİR VATAN OLUŞTURMA VE BUNU SÜRDÜRME

4 Mart 2010 22:48 tsi
ORTAK BİR VATAN OLUŞTURMA VE BUNU SÜRDÜRME Bir coğrafya, bir toprak parçası çoğu zaman sayısız can ve sınırsız kan ile ödenen büyük bedellerle vatan haline dönüşebilmektedir.

Ortak bir vatan oluşturma ve bunu sürdürme -Anadolu örneği-

Bir coğrafya, bir toprak parçası çoğu zaman sayısız can ve sınırsız kan ile ödenen büyük bedellerle vatan haline dönüşebilmektedir. Vatanın varoluşu ve sürekliliği de onun sahiplerinin, uğrunda her şeylerini feda edilebilecek kadar onu kutsal saymaları ve asla sarsılmayan bir inanç ile onu sahiplenerek hiç bitmeyen sevgilerini ona adamaları ile mümkün olabilmektedir.

Birden fazla etnik unsurun vatanlaştırdığı bir ülkede bu unsurların “millet kimliği” içinde bir arada barış ve güvenlik içinde yaşayabilmeleri için, farklı olanın kimliğini kabul etmek, farklı olanın belirli bir hareket veya dinî âdetlerini ve ibadetlerini yerine getirmesine izin verilmesi kaçınılmazdır. Bunlar insanın inanç ve kültür haklarıdır. İnsan, ırkını, milletini, vatanını, doğum yerini, anne-babasını, cinsiyetini, gözünün rengini vb. hususları kendisi tayin edememektedir. Bu sebeple de bunlardan sorumlu değildir. İradesi ve tercihi ile olmayan, dolayısıyla sorumluluğu da bulunmayan hususlarda insan ne yüceltilebilir ne de aşağılanabilir. Bunlar kelimenin tam anlamıyla insanın kaderidir ve insan kaderinden dolayı farklı bir muameleye tabi tutulamaz.

Tarih boyunca İslam geleneğinde inanç ve kültür hakları, doğal hak olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla İslam’ın temel prensiplerinde bu haklara gösterilmesi gereken hoşgörüden daha da ileride geniş bir saygı ekseni bulunmaktadır. İşte İslam tarihi ve İslam medeniyeti bu saygı ekseninin tarihidir, medeniyetidir. Tarihimizin bu yüzünü yeniden inşa etmeye bu gün her zamandan daha çok ihtiyacımız var. Ülkeler arası sınırların sembolik hale geldiği günümüz dünyasında, sadece bizim değil bütün insanlığın bu yüzün yeniden inşasına ihtiyacı vardır.

Yüce Rabbimiz insanların iki şekilde kardeş olduklarını beyan eder. Bunlardan biri “inanç kardeşliği” (“Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat, 10) diğeri ise “insanlık kardeşliği”dir. “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat, 13)

Hz. Muhammed (s.a.s.) de Medine’de, ensar-muhacir kardeşliğini; Yahudiler ile “siyasi birlik” anlaşmasını ve Hristiyanlar ile “inanç özgürlüğü” anlaşmasını gerçekleştirmek suretiyle sosyal hayatı paylaşmış ve paylaştırmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’de Enes b. Malik'in evinde yaptığı bir toplantıda Medine’yi oluşturan bütün etnik, dinî ve kabilevî grupların, Merkezî Medine Devleti altında teşkilatlanmalarını sağlamıştır. Toplantıya katılanlar, Medine’yi oluşturan bütün parçaların ümmet tanımı altında, “vatandaşlık” merkezinde yeniden yapılanmasına karar verdiler.

Bir güvenlik ve işbirliği anlaşması olarak da kabul edilebilecek bu karar metni daha sonra Medine Sözleşmesi/Medine Vesikası olarak isimlendirilmiştir. Bu sözleşmenin ilk iki maddesi şöyledir:

"Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adına. Bu, Allah Rasulü Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler, Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber savaşanlar arasında düzenlenmiş bir metindir. Bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler. (İnnehüm ümmetün vâhidetün min dûni’n-nâs... (İbn-i Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1936, c. II, s. 147; İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Dâru İbn-i Kesir, Şam-Beyrut 2007, I. Baskı, c. III, s. 504)

Daha sonra Müslümanlar, Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler, Gazneliler, Selçuklular dönemlerinde de farklı etnik ve dinî unsurların oluşturduğu “millet sistemi” içinde ortak vatanlarında tek devlet olarak varlıklarını sürdürdüler. Selçuklular döneminde Malazgirt Zaferi’nden sonra milletimize vatan olan Anadolu, dokuz yüz yılı aşkın bir zamandan beri anayurdumuz olarak bizi sıcak ve güvenli bağrında sakladı. Yüreğinde büyütüp beslediği yiğitlerin, gazilerin ve şehitlerin destanlarıyla bütünleşerek kavuştu Osmanlı’ya. Artık kıyamete değin yurtları olarak kalacaktı onların... Artık kalpleri, gönülleri olacaktı torunlarının... İman kandilleri olacaktı Yüceler Yücesine kul olanların.

Başta Anadolu olmak üzere üç kıtaya yayılmış olan Devlet-i Âl-i Osman’ın her köşesinde, bütün insanlar “Osmanlı Barışı” altında altı yüz yılı aşkın bir kutlu zaman diliminde huzur ve güven içinde yaşadılar. Bugün üzerinde yirmiyi aşkın devlet barındıran Osmanlı topraklarında, özellikle de Anadolu’da, çok genel bir bakışla Millet-i Hâkime olarak Türkler ve diğer Müslümanlar; Millet-i Sadıka olarak Ermeniler; Rumlar ve Yahudiler olmak üzere dört önemli unsur barış içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Türkler Millet-i Hâkime’nin ana unsuru iken, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Gürcüler, Abazalar, Arnavutlar, Boşnaklar, Çeçenler vd. Müslümanlar Millet-i Hâkime’nin diğer unsurları idiler.

Bu kadar farklı etnik unsuru bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti, bu unsurlara yönelik ulusal ve kültürel asimilasyon veya entegrasyon hedefi ve politikası takip etmedi.

Sosyo-kültürel, etnik ve dinî planda çoğulcu nitelik taşıyan Osmanlı sisteminde “toplumun çeşitli dinî ve kültürel kesimleri bir araya gelir, fakat kendileri olmaktan çıkmazlar. Her grup kendi dinini, dilini, fikirlerini ve yaşama biçimini muhafaza eder. Osmanlı siyasi yönetimi içinde yan yana fakat karışmadan yaşarlar.” (Eryılmaz, Bilal, “Osmanlı Devleti’nde Farklılıklara ve Hoşgörüye Kavramsal Bir Yaklaşım”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, IV, 237)

“Osmanlılar “biz ve diğerleri” bağlamında ‘ayrımcılık’ ve ‘dışlama’ uygulamalarını reddettiler... Tebaasına ve onların geleneksel sosyo-kültürel kurumlarına karşı yüksek ahlakî değerlerle muamele ettiler.” (Khan, Arshı, “Osmanlı İmparatorluğu: Çok Kültürlülüğün Doğulu Mimarı”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, IV, 229)

Vatandaşlarına bu şekilde yaklaşımı ile çok uluslu ve çok dinli bir coğrafyada yaklaşık beş asır dünya barışını sağlama başarısı sebebiyle Osmanlı Devleti, bilim adamları tarafından dünyanın dört bir yanında ayakta alkışlanmaktadır. Bu bilim adamlarından biri olan Gibbons şöyle der:

“Yahudiler’in topluca katledildiği ve Engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idareleri altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içerisinde yaşatıyorlardı. Onların müsamahakârlığı, ister siyaset, ister halis insaniyet duygusu isterse ilgi duymama neticesi meydana gelmiş olsun, şu itiraz edilemez ki, Osmanlılar, yeni zaman tarihinde milliyetlerini tesis ederken din hürriyetini temel alan ilk millettir.”

Osmanlı’nın bu anlayış ve Osmanlı sultanlarının farklı etnik unsurlara yaklaşımı, bütün etnik ve dinî gurupların başta Anadolu olmak üzere tüm Osmanlı ülkesini ortak vatan edinmelerini sağladı. II. Bayezid’in Mevlana Şeyh Hüsameddin el-Bitlisî’nin oğlu İdris’e İstanbul’da kucak açması önemlidir. II. Bayezid, Kürtçe gibi Türkçeyi de çok iyi bilen ve babası gibi âlim olan İdris’e büyük saygı gösterdi ve onu Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla görevlendirdi. İdris, Osmanlı’nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini burada yazarak Sultan’a sundu.

Yavuz Selim tahta geçince, İdris, yeni sultanın doğu siyasetinin danışmanı oldu. Yavuz’la birlikte Çaldıran seferine katıldı. Daha sonra İdris’in önderliğinde Kürt aşiret beyleri Osmanlı’ya katılma kararı aldılar. Safaviler Diyarbakır’ı kuşatınca Kürt Beyleri Osmanlı Padişahı’ndan yardım istediler. Yavuz Sultan Selim, bunların isteğini geri çevirmedi. Yavuz’un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, İdris-i Bitlisi’nin desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır’ı Safavilerden kurtardı. Safavi kumandanı Karahan, Mardin’e kaçtı. Osmanlı ordusu, Mardin üzerine yürüdü sonuçta bu kenti de aldı. Kısa sürede barışçı yollarla, Bitlis, Palu, Siirt, Hasankeyf başta olmak üzere Güneydoğu Anadolu Osmanlı idaresine bağlandı ve Anadolu ortak vatan olarak benimsendi.

Kırkağaç Belediyesi’nin 1916 yılındaki on altı belediye meclisi üyesinden üç tanesinin Ermeni (Karakin Efendi, Avukat Artin Dalyan Bey ve Kilef Efendi); iki tanesinin Rum (Efenduli Bey, Doktor Sarafıdis) asıllı olması Anadolu’nun ortak vatan olmasında çok manidardır. Vital Cuinet’in 1892’de Paris’te yayımlanan La Turquie d’Asie adlı eserinde Çorum’da 30 erkek öğrencili bir Ermeni okulu olduğunu belirtmesini, Salname-i Vilayet-i Ankara’da belirtildiğine göre, 1881-1882 yıllarında Çorum’da yaşayan toplam Ermeni nüfusunun 80 kişi olduğu; 1915’te Ermeni nüfusunun 750’ye ulaşması üzerine kızlar için de ayrıca bir Ermeni okulu açıldığı (Turan, Ömer, “Çorum’da Ermeniler ve Ermeni Tehciri”, Uluslar arası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Çorum Sempozyumu 23-25 Kasım 2007, Çorum Belediyesi Kültür Yayınları, I, 166-168) bilgisiyle birleştirdiğimizde, Anadolu’da etnik unsurlar arasında paylaşılan hayatın güzel bir fotoğrafı ortaya çıkar.

Anadolu öyle bir ortak vatan olmuştur ki, bazı seyyahlar Ermenileri Hristiyan Türkler diye tanımlamışlardır... Mimarlıkta Balyan ailesinden tiyatrodaki Manukyan’a, Güllü Agop’a, musikide Tatyos Efendi’den Levon Hancıyan’a kadar Türk kültürüyle iç içe yaşamış Ermeniler, bu tanımlamanın sadece birkaç şahididirler. 1882’de hayatını kaybeden Ermeni asıllı âşık Emir’in Ermenice söylediği bir dörtlüğün tercümesi son derece anlamlıdır:

“Din ayrı, möhkem gardaşıg

Senin bahtına benzerik

Gol bir, el bir eliyek, birlikte dağık

Ayrılıkta, nazik bir goluk.”

(Ulu, Cafer, “Türk-Ermeni Sosyo-Kültürel Etkileşimi: Dil ve Edbiyat Örneği”, Hoşgörü Toplumunda Ermeniler, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 2007, I, 508, 516)

Kayseri’de dünyaya gelen Ermeni asıllı Diyamandi Keçeoğlu /Yaman Dede’nin (1888-1962) Hz. Muhammed (s.a.s.) için yazdığı şu gazeli, bir taraftan, ortak bir vatan oluşturmada ve bunu sürdürmede Anadolu’nun yerini apaçık ortaya koyarken diğer taraftan da, ayrımcılığın panzehirinin İslam dini olduğunu başka söze ihtiyaç bırakmayacak güzellikte ifade etmektedir:

“Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resulallah

Nasıl bilmem bu nîrana dayandım yâ Resulallah

Ezel bezminden bir dinmez figandım yâ Resulallah

Cemalinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resulallah

Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifasın sen

Muazzam bir sehâsın sen, dilersen reh-nümâsın sen

Habîb-i Kibriyâsın sen, Muhammed Mustafa’sın sen

Cemalinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resulallah.”

Prof. Dr. Şefaettin Severcan
Erciyes Üniv. İlahiyat Fak

Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Şubat 2010 sayısından iktibas edilmiştir.

 



Bu haber 709 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,616 µs