En Sıcak Konular

SAADET PARTİSİ'NİN YENİ GENEL BAŞKAN ADAYI NUMAN KURTULMUŞ

18 Ekim 2008 13:11 tsi
SAADET PARTİSİ'NİN YENİ GENEL BAŞKAN ADAYI NUMAN KURTULMUŞ Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan,Prof. Dr. Numan Kurtulmuş'un kongrede yeni genel başkan adayı olarak tavsiye edilmesi kararı alındığını açıkladı.

ANKARA - Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, partisinin Yüksek İstişare Kurulu'nun (YİK) partililerle görüşmeleri sonucunda Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş'un kongrede yeni genel başkan adayı olarak tavsiye edilmesi kararı alındığını açıkladı.
     Kutan, düzenlediği basın toplantısında 26 Ekimde yapılacak 3. Olağan Büyük Kongre öncesindeki çalışmalar hakkında bilgi verdi.
     Saadet Partisi olarak ''Milli Kurtuluş Hareketi'ni başlattıklarını ve önümüzdeki genel seçimlerde iktidara gelmeyi hedeflediklerini'' ifade eden Kutan, Türkiye'de huzur, barış ve refahın hakim olması için yeni bir adil düzene ihtiyaç olduğunu savundu. Kutan, partisinin, milletin kültürünü, değerlerini ve inançlarını temsil ettiğini kaydetti.
     Kendisinin genel başkanlık görevini sürdürmeme teklifinin uygun görüldüğünü belirten Kutan, Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş'un yeni genel başkan adayı olarak tavsiye edilmesinin kararlaştırıldığını bildirdi.
     Numan Kurtulmuş ise Türkiye'nin ve dünyanın zor bir dönemden geçtiğini belirterek, şartların giderek ağırlaştığı bir dönemde Saadet Partisi'nin yeni bir atılım sürecine girdiğini söyledi.
     Milli Görüş'ün Türk siyasal hayatı içerisinde sosyolojik bir siyaset hareket olarak belirleyici olduğunu ifade eden Kurtulmuş, katkılarından dolayı kapatılan Refah Partisi'nin eski Genel Başkanı Necmettin Erbakan'a teşekkür etti.

Numan Kurtulmuş Manifestosu

(dunyabulteni.net'den AYNUR ERDOĞAN`ın  10.10.2008 tarihli röportajı)

Daha önce İslam Ekonomisi ve İslamcılık üzerine yaptığımız röportajlar dizimizin bu haftaki konuğu Prof. Dr. Numan Kurtulmuş. Hem akademisyen ve hem siyasetçi olan Numan Kurtulmuş`la liberal kapitalizmin açmazları, İslam dünyasının imkanları ve Türkiye siyasetinin sorunlarını konuştuk. Batılı paradigmanın iflas ettiğini ifade eden Kurtulmuş bütün dünya mazlumlarının hukukunu koruyacak yeni paradigmanın İslam medeniyetinde gizli olduğunu vurguladı.

Geçtiğimiz günlerde Malezya`ya giderek PAS`ın kongresine katıldınız. Türkiye ve Malezya siyasetini karşılaştırdığınızda İslamcı siyasetin hâkim sistem karşısındaki konumunu değerlendirir misiniz?

Malezya yapısı itibarıyla farklı, 12 eyalete bölünmüş ve PAS bu eyaletlerin beşinde iktidarda. Bizim nüfusumuzun % 99`u Müslümanken Malezya`da nüfusun önemli bir kısmını gayri Müslim unsurlar oluşturuyor. Çinliler, Hindular, Hıristiyanlar… Dolayısıyla Malezya`daki Müslümanlar farklı etnik yapıdan ve dinden oluşan insanların bir arada yaşayabileceği bir örneği de ortaya koymaya çalışıyorlar. Mesela bizim ziyaret ettiğimiz eyaletin başbakanı Nizar Kameruddin, Müslüman ve PAS`ın üyesi... Perak eyaletinin başbakanı. O eyalette Müslümanlar nüfusun yüzde 51`ini oluşturuyor. Nüfusun geri kalanı gayri Müslim... Konuşmalarımızda PAS üyesi dostlarımıza; `Sizler, Malezya`da çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü bir yapıyı barış içinde bir zamanlar Osmanlının da yaptığı gibi yaşatabilmelisiniz.` dedik. Bu anlamda başarılı bir örneği ortaya koymaya çalışıyor Malezya. Farklı dinlerden olan insanları bir arada yaşatmaya çalışıyorlar. Kaldı ki, adı geçen eyalette, Perak`ta, ismi İslam partisi olan bir parti iktidarda. Onların böyle bir şeyi ortaya koyabilmeleri aslında 21. Yüzyıl için güzel bir örnek olacak.

Malezya`nın genel devlet sistemi olan federal yapı da zaten Malay kültürü ve Malay Müslümanlığı üzerine oturuyor. Devlet 1970-90 yılları arasındaki kalkınma sürecinde de Müslümanlığı motor güç olarak kullanmış. Bir anlamda Müslümanlık resmi ideolojinin bir parçası olarak da ortaya çıkıyor. Türkiye ise seküler, laik demokratik sistem tecrübesini yaşayan bir ülke. Buna rağmen de Türkiye`de de halkı toplumsal olarak motive eden en önemli unsurlardan birisi Müslümanlıktır. Bizde Müslümanlık daha çok medeniyet ve kültür aracı olarak gelişmiş ve algılanmış. Sistemlerin adı ve vasıfları ne olursa olsun din, bizde de belirgin özellik olmaya devam ediyor. Ama yapıları itibarıyla tabi ki Türkiye ve Malezya`daki sistemler arasında farklılıklar vardır.

DİNLERE SAYGIDA OSMANLI YÖNETİMİNDEKİ KUDÜS`TEN DAHA UYGUN BİR ÖRNEK BULAMAYIZ

Malezya`da ciddi oranda gayri Müslim unsur var. Onların bu türden bir hassasiyet taşımasını anlayabiliyoruz. Türkiye`nin % 99`u Müslümanken orayla karşılaştırıldığında bu konuda daha hassas olunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Türkiye`nin Malezya`yla ya da başka bir ülkeyle kıyaslanmasını çok doğru bulmuyorum. Hoşgörü ve hangi inanç ve düşüncede olursa olsun karşısındakine iyi bir şekilde yaklaşma zaten bizim kültürümüzün bir parçası. Bu Türkiye`de yaşadığımız Müslümanlık geleneğinin bir parçası. Türkiye gerçekten bir cihan devletinin varisi ve geçmişin en önemli medeniyetlerinden birini tevarüs etmiş bir millete sahip. Bu anlamda da başka medeniyetlerin tecrübelerinin bize dayatılmasının yanlış olduğu kanaatindeyim. Mesela ben hep Kudüs Kriterlerini örnek olarak veriyorum. Osmanlı 400 küsur sene Kudüs`ü yönetti. Hıristiyanlarıyla, Yahudileriyle, Müslümanların bütün mezhepleri ve meşrepleriyle bir arada bulunduğu, ayrıca Türkleri, Kürtleri, Arapları, Çerkezleri ve diğer unsurlarıyla birçok etnik yapının bir arada bulunduğu Kudüs`ü 400 küsur sene yönetti. Buradaki bu kadar farklı etnik ve dini yapıyı birbirleriyle hiç çatıştırmadan yaşatabilmeyi başardı. Eğer laiklikten, başkalarının inançlarına saygı bağlamında bahsedeceksek tarihte bundan daha uygun bir örnek bulamayız. Kafkaslar ve Balkanlarda da aynı durumu gözleyebiliriz. Özellikle Balkan örneği fevkalade önemlidir. Orada da Osmanlılar bu çok kültürlü yapıyı ayakta tutmayı başardılar. Aynı dönemlerde Avrupa`ya bakın. Bırakın farklı dinlerden olanları farklı mezheplerden olanlara bile tolerans göstermiyorlar. Dolayısıyla kalkıp hiç kimsenin bize, karşımızdakinin inancına saygı anlamında devletin başkalarının dinine karışmama anlamında bize laiklik dersi vermeye hakkı yoktur. Biz derken bütün Türkiye`yi ve bütün medeniyet birikimimizi kastederek söylüyorum.

TÜRKİYE`DE ANAYASAL OLARAK TANIMI YAPILMIŞ BİR LAİKLİK YOK

Söylediklerinizden`farklı dinlere toleranslı olma` anlamında bir laiklik tanımı ortaya çıkıyor. Sistemin uyguladığı da böyle bir laiklik mi?

Türkiye`deki problem bu... Anayasamızda netleştirilmiş, sınırları, meşruiyet alanları çizilmiş bir laiklik tanımı, içeriği yok. Türkiye`deki laiklik bu anlamda manevi olanın, uhrevi olanın, dine ait olanın toplumsal hayatın hiçbir tarafına karıştırılmadığı bir uygulama şeklinde algılanıyor. Laikliğin aşırı formunu savunanların söylediği gibi; din öyle bir şekilde algılanmalıdır ki toplumsal hayatın hiçbir alanına müdahale etmemelidir. Ama bu Türkiye`de üzerinde tartışılan bir konudur. Zaten problemin kaynağı da budur. Laikliğin anayasal bir netliği, açıklığı olmadığı için, bu anayasal tanıma göre benimsenecek bir laiklik standardı ortada olmadığı için bu sefer herkes kendisine göre bir laiklik tanımı yapıyor.

Buranın tarihi serüveninde ortaya çıkan bir şey olmadığı için mi?

Evet. Batıda çok açıktır. Fransız devrimiyle başlamıştır. Ama aslında burada da bir yanılgı var. Onu da belirteyim. Batıda da laiklik din dışılık olarak ortaya çıkmamıştır. Fransa`da devrim esnasında insanlar hak ve özgürlük mücadelesi yapıyorlar. Çünkü bu insanlar hiçbir şekilde insan yerine konulmayan üçüncü sınıf insanlar. Bunlar ayaklanıyor ve mücadele ediyorlar. Siyasal sistemde bir aristokrasi var. Bütün güç bunların elinde... Siyaseti, ekonomiyi, ticareti, toplumsal hayatı aristokrasi istediği gibi yönlendiriyor. Sadece bu sınıftan oldukları için bu insanlar doğuştan büyük haklara sahip. Geri kalan büyük çoğunluk ise hiçbir hakka sahip değil. Fransız devriminin ana mücadele alanı burası. Umberto Eco`Gülün Adı` romanında bu durumu çok iyi tasvir eder. Her sistemin birinci sorusu meşruiyetinin kaynağıdır. Peki, aristokrasi halkı ezerken meşruiyetini nereden alır. Kiliseden. Kilise aristokrasinin halkı ezmesine meşruiyet sağlıyor. Bu meşruiyetin karşısında aristokraside kiliseyi zenginleştiriyor, otoritesini kabul ediyor. İşte bu ilişkiye karşı millet mücadele veriyor. Verdikleri mücadele dini toplumsal hayattan atmak değil kiliseyle aristokrasinin, kiliseyle iktidarın arasındaki meşruiyet ilişkisinin kesilmesidir. Tanrıdan aldığını iddia ettiği yetkilerle toplumun bütün kazanımlarını din adamları ve aristokrasi arasında paylaştıran Kilise hegemonyasının kırılması, iktidarın topluma devredilmesi mücadelesidir, Laiklik… Laikliği, Sekülerizmi böyle algılamak lazım. Dinin aristokrasiye destek ve meşruiyet vermesini kırma, yıkma mücadelesidir. Biliyorsunuz zaten bu anlamdaki mücadeleye Batıda din adamları da aristokrasinin zulmüne karşı çıkma adına ciddi anlamda destek vermişlerdir.

PROBLEM, BAŞKA KÜLTÜRLERDE OLUŞMUŞ KAVRAMLARIN BİZİM KÜLTÜRÜMÜZE ADAPTE EDİLMESİDİR

Şimdi, bu tecrübe bambaşka bir medeniyette, bambaşka bir serüvenin sonucu olarak gelişmiştir. Ve bunun sonucunda da iki kavram gelişmiştir. Birisi esas kavram olan sekülerizmdir ve ondan da ikincisi, laiklik doğmuştur. Problem, başka kültürlerde oluşmuş olan bu kavramların bizim kültürümüze adapte edilmesinde ortaya çıkmıştır.

Gelelim bize; biz de bir aristokrasi geçmişi yok. Aristokrasiye meşruiyet kazandıran bir kilise deneyimimiz yok. Çünkü kilisenin sahip olduğu toplumsal hayata müdahale araçlarına benzer bir yetki Müslümanlar tarafından camiye veya din adamına verilmemiştir. Kilise insanları dine sokuyor, dinden çıkarıyor aforoz ediyor. Hangi Müslüman`da, hangi Müslüman dini otoritede böyle bir yetki var. Yapı farklı. Bizde bir cami örgütlenmesi veya din adamları hiyerarşisi oluşmamış. Dolayısıyla bu din adamlarının verdiği meşruiyetten kaynaklanan, bir zümrenin elinde olan bir devlet yapısı oluşmamış. Bütün bunlar ve başka birçok faktörler, farklı bir kültürdeki yapıyı buraya adapte etmekten kaynaklanıyor.

Türkiye`de nasıl tanımlanabilir?

Ne laiklik karşıtları ne de savunucuları tarafından net bir laiklik tanımı getirilip anayasamıza konulmadı. Ama zannediyorum ki, farklı laiklik tanımları yapanların ortak noktası şu olsa gerek; laik devlet, bireylerinin dini yaşayışlarına, dini düşüncelerine, dini algılamalarına müdahale etmez. Yani devlet bir dinden yana olmaz. Bir dini öngörmez. Ya da insanlara dini şu şekilde yaşayacaksınız, şu şekilde anlayacaksınız diye baskıda bulunmaz. Zannediyorum, bu ortak bir tanımdır. Türkiye`deki problem, bir araçözüm olabilecek bu ortak tanıma dahi uygun hareket edilmemesidir. Yapılması gereken devletin ve dinin toplumsal hayattaki, insanların yaşam biçimlerindeki müdahale alanlarını netleştirmek, bir anlamda karşılıklı müdahale sınırlarını çizmektir. Çünkü dünyadaki örneklere baktığımızda da her toplumun kendi sosyolojik yapısına uygun çözümler içeren bir laiklik uygulamasına başvurduğunu, din ve devlet işlerinin müdahale alanlarını, çatışma alanlarını dikkate alarak bir tanım getirdiğini görüyoruz. İngiltere Şeriat Mahkemeleri kurarken, Hollanda Ramazan Bayramını resmi tatil yapmayı tartışıyor, ABD`de Müslüman kongre üyesi Kuran`a yemin ediyor, Fransa ise katı laiklik uygulamasını tartışmaya açıyor. Otoriteyi elinde bulunduran bazı çevreler diyorlar ki, biz dinden bunu anlıyoruz siz de böyle anlayacaksınız. Veya bizim yorumumuz budur, bu yorum üzerine hareket edilecektir. Laikliğe de aykırı davranmış oluyorlar aslında. Türkiye`deki temel sıkıntı laikliğin tanımının netleştirilmemesi ve bu tür uygulamalardan kaynaklanan sıkıntıdır. Ve bir de biraz önce söylediğim gibi arkaplanı itibarıyla farklı kültürde olan bir şey, başka bir kültürde illa birebir olmuyor.

ÇIKAR ÇATIŞMALARININ DOĞURDUĞU SENDİKALAR JAPONYA`DA DAYANIŞMA DERNEKLERİ HALİNE GELİYOR

Mesela bunun başka çok ilginç bir örneği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yenilmiş oldukları Amerika`nın planları çerçevesinde ekonomik kalkınma süreçlerine başlamalarıdır. Kalkınma planları çerçevesinde Japonlara sendikalaşacaksınız demişler. Japonya sanıyorum hala dünyada sendikalaşma oranı en yüksek olan ülkelerden birisidir. Ama Japon kültüründe sendika kavramı yoktur. Japon kültürü daha çok işyeri dayanışması, insanların ömür boyu bir işte çalışması, bir kıdem esasına göre güçlenmeleri ve bir dayanışma halinde iş hayatını götürmeleri esası üzerine kurulur. Sanayi kapitalizminin etkin olduğu dönemlerde Batı tipi üretim tarzı ise işçi ve sermaye çatışması üzerine oturur. Çıkar çatışmalarının doğurduğu sendika anlayışını alıyorsunuz ve Japonya`da kurmaya çalışıyorsunuz. Bu sendikalar dayanışma dernekleri haline geliyor. Çünkü karşılığı yok. Dolayısıyla bir toplumda, bir kültürde ortaya çıkmış olan bir kural, bir uygulama mutlaka diğer kültüre de birebir uygulanacak, adapte olacak diye bir şey yok.

Bu yüzden yorum farklılıklarını doğal görmek lazım… Burada Türkiye`nin yapacağı şey, kişilerin, grupların politik tartışmalarının konusu yapmaksızın halkımızı mağdur etmemek için laikliğin çok açık tanımının yapılmasını ve bunun düzgün bir şekilde uygulanmasını sağlayacak yasal düzenlemedir.

İşin fikri, teorik tartışması hep devam edecek. O kaçınılmaz bir şey. Kültürle, medeniyetle ilgili olarak tartışılır. Ama sonuçta bu tartışmalardan kimsenin mağdur olmaması için, kimsenin de yaptığı yorumlarla siyasal bir taraf, yön belirlememesi için bunu herkesin kabul etmek zorunda kaldığı yasal metinler haline dönüştürülmesi lazımdır.

NEO LİBERAL POLİTİKALARLA BÜYÜK KÜRESEL DEVLER MİLLİ EKONOMİLERİ YOK ETTİ

Yaklaşık son on yılda bankacılık sektöründe yaşanan gelişmeler, küresel sermayenin ülke ekonomisindeki payı, sosyal devlet anlayışındaki aşınmalar gibi gelişmeleri değerlendirdiğinizde Türkiye kapitalistleşmenin neresinde?

Aslında bu 1970`lerin başındaki petrol kriziyle başlayan bir süreç... 1980`lerden sonra da yüksek teknolojilerin gelişmesi ve küreselleşme süreçlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte bütün dünya yeni bir döneme girdi. Aslında bu dünya ekonomisinin ray değiştirmesiydi. Sanayiye, üretime, büyük fabrikalara dayalı sistem yerine sanayi ötesi dönem dediğimiz veya 80larin hemen sonrasında gelişen finans kapitalizmi dediğimiz bir dönem ortaya çıktı. Bu dönem bütün dünyada hem milli ekonomilerin yapısını değiştirdi hem de küresel ekonomik sistemin yapısını değiştirdi. Olan şey budur. Bu finans kapitalizmi küresel büyük şirketlere yol verdi, onların önünü açtı. Uygulanan neo liberal politikalar vasıtasıyla dünyada belki sayısını birkaç yüzle ifade edebileceğimiz büyük küresel devler artık hele bugün geldiğimiz noktada sadece milli ekonomilerin gücünü azaltmadı, onları yok etti. Hatırlayacaksınız geçen mortgage krizi sırasında Amerika Merkez Bankası`nın başkanı Bernanke çok ilginç bir şey söyledi; `Amerikan ekonomisinin problemi milli olma vasfını yitirmiş olmasıdır.` Bizim yıllardır söylediğimiz şey. Bu anlamda milli ekonomilerden bahsetmemiz imkânsız hale gelmiştir. Olan şey, bu yapı değişikliğidir. Bu yapı değişikliği, güçlü olanın ayakta kaldığı güçsüz olanın da ne yaparsa yapsın ayakta durmasının zor olduğu ve sistemin bunlarla ilgilenmediği bir ekonomik yapıdır.

MODERN BATILI PARADİGMA İFLAS ETMİŞTİR

Bu da aslında liberal kapitalizmin geldiği doğal bir sonuçtur. Bu anlamda önümüzdeki dönemde Türkiye de dâhil olmak üzere bütün dünya yeni krizlerle karşı karşıya kalacaktır. Mortgage krizi, su krizi, gıda krizi, enerji krizi, vs. Bu krizlerin de modern Batılı paradigmalar içinde kalınarak çözümü yoktur. Paradigma iflas etmiştir. Sistem çözülmüştür, etrafındaki çerçeve dağılmıştır. Biliyorsunuz, ekonomiden ve siyasetten bahsedilirken temel iki kavram paradigma ve model meselesidir. Batılı paradigma `modern` değerler üzerine oturdu ve dört tane temel değeri öne çıkardı:

Bireycilik.

Rasyonellik.

Demin konuştuğumuz laisite ya da manevi olanın toplumsal olanın dışına çıkartılması.

Doğal yasaların tabii evrimi…

Bunlar çok doğal olarak öyle bir insan modeli, öyle bir ekonomik sistem modeli ortaya koydu ki, kârını en çoğa çıkartmaya çalışan, başkasıyla hiçbir şekilde diğerkâmlık hissi içerisinde olmayan, yardımlaşmanın olmadığı, herkesin kendi gücünü maksimuma çıkartmaya çalıştığı, sadece akılcıl davrandığı, kendi menfaatine göre hareket ederek en yüksek kârı elde ettiği bir ekonomik sistemi öngördü. Homoekonomikus üzerine sistem inşa edildi. Bu sistemin doğası gereği; gelirin eşit dağıtılması, fakirin-yoksulun gözetilmesi, servetin belli ellerde toplanmaması gibi kaygılar yok. Tam tersine, servet ne kadar çok toplanırsa, ne kadar çok büyük iktisadi güçler oluşursa bu sistem daha iyi yürürdü. 80`den sonraki problem şu; geriye dönüp baktığımızda sanayi kapitalizmi iyi kötü bir şey sağladı. Rahmetli Özal`ın tabiriyle orta direk ayakta duruyordu. Bu refahtan bir pay alıyordu. İşçi, önünde akan bantta çalışarak veya vidayı sıkarak saatte 8~10 dolar gelir elde ediyordu. Bu kadar refah Batı dünyasında da, bütün gelişmiş ülkelerde de ortaya çıkmıştı. Ama yeni dönemde, 80`den sonraki gelişen dönemde, Batının da en büyük problemi `recession` (ekonomik durgunluk). Akla gelebilecek her şey üretilmiş ve akla gelebilecek her şey tüketiliyor. Dolayısıyla sistemin yapısı gereği bir durgunluk ortaya çıktı. Çin veya diğer ülkelerin rekabeti varken hangi Amerikalı tekstille uğraşır, hangi Amerikalı stratejik olmayan endüstrilerle uğraşır. Servetin belli ellerde toplandığı ve sistemin esas dinamizminin, üretime dayalı dinamizminin ortadan kaybolduğu bir döneme geldik. Bu dönemin önemli özelliklerinden birisi de reel üretimin göz ardı edilmiş olmasıdır. Dünyada öne çıkan şirketlere bakın; finans şirketleri, bankacılık şirketleri, sigortacılık şirketleri, turizm şirketleri, vs. Finans, bankacılık sektörü ne üretiyor? Hiçbir şey üretmiyor. Zamana karşı parayı satıyor. Sigortacılık sektörü risk satıyor. Reklamcılık sektörü imaj satıyor. Turizm sektörüne bakıyorsunuz leisure, boş zaman, rahat zaman satıyor. Dünyada gelinen noktada iğneden uzay aracına kadar birebir üretimin 15~16 katı bu tür, hizmet dediğimiz üretimler var. İşte, dünya ekonomisinin başka bir problemi de budur. Reel üretimin ortadan kalktığı bir süreç... Bu süreç de doğal olarak servetin belli gruplar arasında dolaştığı bir sistemi ortaya koyuyor.

KARŞI KARŞIYA OLDUĞUMUZ BİR UYGARLIK KRİZİDİR

Adil bir ekonomik sistem için mevcut sistemde ne değişmeli?

Temel paradigmanızı değiştirmeden bunları değiştirmeniz mümkün değil. Rasyonel davranacaksa tabi ki kişi en çok kâr nerede varsa oraya yatırım yapacaktır. Kârı yoksa yatırım yapmayacaktır. Çünkü paradigmanın içerisinde rasyonel davranma var. Yardımlaşma rasyonel bir şey değildir. Niye kendi kazancından bir kısmına başkalarına aktarsın? Bu sistemde rasyonel olan büyük sermaye tahakkümünün sağlanmasıdır. Küçüklerin yok olması, ölmesi kimsenin umurunda değildir. Paradigmanın değiştirilmesi ve bu paradigmaya bağlı olan insan modelinin değiştirilmesi lazım. Karşı karşıya kaldığımız krizler sadece ekonomik kriz değildir, sadece politik krizler değildir. Bu bir uygarlık krizidir. Bunun çözümü de asla ve kat`a Batılı modern değerler içerisinde mümkün olmayacaktır.

Dolayısıyla özellikle Müslüman dünyasının krizleri televizyon ekranlarında görüldüğü şekliyle meseleleri yüzeysel değerlendirmesinin yanlış olacağı kanaatindeyim. Bu şekilde hastalığı iyi teşhis edemeyiz. Hastalığın teşhisi bir medeniyet meselesidir. Bizim yeni değerler, yeni paradigma, yeni bir çerçeve, yeni bir modeli ortaya koyacak hem fikrî hem ilmî çalışmalar ortaya koymamız lazımdır.

24 OCAK KARARLARI TÜRKİYE`Yİ KÜRESEL PAZARLARA`PAZAR` OLARAK SOKTU

Çizdiğiniz bu dünya tablosu içinde Türkiye kapitalistleşmenin neresinde?

Türkiye de bu süreçlerin aşağı yukarı birebir etkisi altına girmiştir. 12 Eylül darbesinden önce 24 Ocak 1980 tarihi Türkiye için çok önemlidir. O zamanki Türkiye`yi hatırlayın. Nüfusun yüzde 40`ından fazlası tarımla uğraşıyordu. Sanayi iyi kötü var ama sanayileşmeyi gerçekleştirememiş bir Türkiye. 24 Ocak Türkiye`nin küresel sistemle entegre edilmesi projesidir. Türkiye`nin küresel pazarlara `pazar` olarak girmesidir. Üreten, yönlendiren bir ülke olarak değil de, nüfusu kalabalık ve büyük çoğunluğu tarımla uğraştığı için o günkü kapitalist sanayi toplumlarının yaptığı tüketime de ihtiyacı olan bir büyük topluluk olduğu için Türkiye bu sürecin içerisine sokulmuştur. Bu sürecin başarılı tarafları olmadı mı? Oldu tabi ki. Ama sonuçta ana hedef, neoliberal politikaların Türkiye`de uygulanması için bir alt yapının oluşmasıdır. Ve ondan sonraki süreç hep öyle gelişmiştir. Bu sebeple 24 Ocak 1980 tarihi önemli bir tarihtir.

İkinci önemli tarih ise, 1 Ocak 2000 tarihidir. Yani 1999 yılı sonunda imzalanan 17. IMF Protokolünün uygulamaya girmesidir. Bu protokol Türkiye`de 24 Ocak`tan beri devam eden yapısal değişikliklerden sonuç alacak nihai programdır. Beş tane ayağı vardır.

Türkiye`nin tarım nüfusunun azaltılması. Hatta tarım sektörünün artık önemsiz hale getirilmesi. Bugün bu başarılmıştır. Yani Türkiye`de artık değil tarım ürünleri tarım arazileri dahi para etmez noktaya gelmiştir.

Türkiye`de talep enflasyonu var diye bir takım ilave vergiler ve fonlarla talebin önlenmesine dönük yapılan uygulamalardır. Bu, Türkiye`de esnaf ve zanaatkârı yok olma noktasına getirmiştir.

Devletin elinde bu kadar çok iktisadi varlık mı olur diyerek özelleştirme sürecinin gerçekleştirilmesidir.

İyileştiriyoruz, ıslah ediyoruz diye bankacılık ve sigortacılık sektörünün yabancılaştırılmasıdır. Şimdi son adıma geldik;

Türkiye`deki özel sektör kurumlarının borçlandırılarak yabancılaştırılması sürecidir.

TÜRKİYE SON YÜZ SENENİN GELİR DAĞILIMININ EN EŞİTSİZ OLDUĞU BİR DÖNEME GİRDİ

Bunları 7~8 sene evvel de söylemiştik. Biz söylemiştik demek hem bilim adamı olarak ve hem siyasetçi olarak acı bir şeydir ama maalesef Türkiye bu rotaya girdi. Hükümetler değişse de bu rota, bu program değişmedi. Geldiğimiz noktada rakamlara baktığımızda; enflasyon düştü, milli gelir arttı, ihracat arttı ama daha fazla bir şekilde ithalatı da arttı. Türkiye son yüz senenin gelir dağılımının en eşitsiz olduğu bir döneme girdi. Özellikle genç ve eğitimli işsizlik oranı tarihin en yüksek oranı haline geldi. Türkiye`de artık sosyal anlamda toplumsal çöküntü diyebileceğimiz bölgeler oluştu. Bir zamanlar böyle konuştuğumuzda sadece Doğu ve güneydoğudan bahsediyorduk. Şimdi büyük şehirlerde, hatta Batıdaki ortalama illerimizde dahi yoksulluk içerisinde kıvranan mahalleler oluştu. Aynı şey Brezilya`da oldu, Arjantin`de oldu, Hindistan`da oldu. Yani bütün gelişmekte olan ülkelerde aynı süreçte karşılaştık. 80`den beri devam eden küreselleşme sürecinin neoliberal politikaların doğal bir sonucudur. Türkiye`de 25 tane dolar milyarderi var. Ama nüfusun yaklaşık üçte biri yoksulluk sınırında yaşıyor. Bu tolere edilebilir bir mesele değildir. Aynı şekilde ABD`de bir taraftan ekonomik güç artıyor, ama diğer taraftan 38 buçuk milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu ABD için de tolere edilebilir bir şey değil. Yeni arayışlar başladı. Dünyanın bu neoliberal politikaların ve onun arkasındaki kapitalist modelin revize edilmesi veya bu kapitalist modelin yerine yeni bir takım paradigmaların ortaya konulması yönünde çalıştığını da unutmamak lazım.

İslam dünyası küresel(leşen) kapitalist meydan okuma karşısında nasıl direnebilir?

Aslında İslam dünyasında ve tüm mazlum, kapitalistleşme süreçlerinden rahatsız olan milletlerde şöyle bir yanılgı var. `Ne yapalım? Bunlar çok güçlü. Bunlara karşı yapacak bir şeyimiz yok`. Bu yanılgı bir tür içe kapanmayı beraberinde getiriyor. Müslüman dünyasına ilişkin konuştuğumuzda ise bu 200 yıldır devam eden bir serüven...

Öncelikle bu yenilgi psikolojisinden kurtulmamız lazım. Aydınların, siyasetçilerin, bilim adamlarının bundan kurtulması lazım... Biz geçmişte nasıl bir büyük uygarlık inşa ettiysek bugün de elimizdeki imkânlarımızla, potansiyellerimizle bir şeyler yapabiliriz. Yani unumuz, şekerimiz zaten var. Öyleyse helva da yapabiliriz. Kendimize güvenmeliyiz.

Kendi aramızdaki işbirliğini, özellikle fikri, ilmi ve teknolojik işbirliklerini artıracak zeminler ortaya koymamız lazım.

Demin de ifade ettiğim gibi, tüm dünyada akil olan insanlar yeni bir arayışın içindeler. Dünyanın neresine giderseniz gidin sokaktaki vatandaşta bile bunu görebilirsiniz. İster ABD`ye ister Hollanda`ya ister Japonya`ya gidin. İnsanlar 5~10 sene öncesine göre daha kötü durumdalar. Ekonomik olarak da kişisel mutluluk anlamında da daha kötü durumdalar. Bu, paradigma iflasının aleni tezahürüdür. Ve artık gelişmiş ülkelerde dahi sistemin nimetlerinden istifade eden insanların sayısı dramatik bir şekilde giderek azalmaktadır. Birçok millet mağdurdur, mazlumdur ve arayış içerisindedir. İslam dünyasının yapacağı en önemli şeylerden birisi de bu mağdur, mazlum milletlerin de sözcülüğüne ve öncülüğüne soyunmaktır. Bu sadece İslam`ın ya da Hıristiyanlığın meselesi değil. Bu dünyanın küresel bir meselesidir.

GENİŞ KİTLELERİN HAKKINI HUKUKUNU KORUYACAK PARADİGMA BİZİM MEDENİYETİMİZDE GİZLİDİR

Bu duruma karşı söylenecek söz bizim medeniyetimizde gizlidir. Bu söz, henüz işlenmemiş bir cevher olarak duruyor. Bereket bizde gizlidir, dayanışma bizde gizlidir, sadaka bizde gizlidir, zekât bizde gizlidir… Yani şu günkü neoliberal iktisadın ortaya çıkarmış olduğu ne kadar problem varsa bunların çözümüyle ilgili sırlar bizde gizlidir. Mesela rasyonel düşünen bir adamın asla az ile iktifa etmemesi ve zekât vermemesi gerekir. Zekâtı, sadakayı rasyonel bir şekilde izah edemezsiniz. Bereketi de rasyonel bir şekilde izah edemezsiniz. Yani bu anlamda insanın ihtiyaç duyduğu dayanışmayı da rasyonel bir şekilde izah edemezsiniz. Bugün ihtiyaç duyulan şeyler bizdedir. Bunlar bütün insanlığın, yedi milyar insanın bir milyarını çıkarırsanız, 6 milyar insanın anlayacağı şey budur. Yanında olacağı tez budur. Geniş kitlelerin hakkını hukukunu sağlayacak bir paradigmayı oluşturmaktır. Çünkü şunu biliyoruz ki, Hz. Âdem`den bu yana insanoğlu fıtraten üç temel olgunun peşinde koşuyor. Birincisi, Özgürlük. İkincisi Adalet. Üçüncüsü Refah. Yani hiç kimse özgürlüklerinin kısıtlanmasına müsaade etmez. Hiç kimse kendisine gayri adil davranılmasına müsaade etmez. Hiç kimse başkaları refah içerisinde yaşarken kendisinin yoksulluk içerisinde yaşamasına razı olmaz. Bu üç temel değer tamamen insanidir. Aslında tevhidin toplumlar için öngördüğü temel perspektif de budur. Sadece Müslümanlar için değil herkes için. Bütün insanlar için bunu sağlayacak anlayış ancak bizde var. Kapitalist iktisat `zero some game`dir. Yani birileri kaybedecek ki birileri kazansın. Bu iflas etmiş bir paradigmadır. Bunun artık dünyaya söyleyeceği bir şeyi yoktur. Herkesin kazandığı, herkesin müştereken yükseldiği bir yapıyı, fikri, paradigmayı, modeli ortaya koymak lazım.

İslami ilkelerden referansla siyaset yapıyorsunuz. Liberal kapitalizmin hâkim sistem haline geldiği bir dünyada bunun zorlukları nelerdir?

Biz Türkiye`deki mevcut sistemin içinde, mevcut siyasi yapı çerçevesinde siyaset yapıyoruz. Yani demokrasi ve cumhuriyeti hepimizin/milletimizin asli tercihi ve asli değerleri kabul ederek siyaset yapıyoruz. Siyaset yaparken asla taviz vermeyeceğimiz temel değerlerimiz demokrasi ve cumhuriyettir. Öncelikle bunu belirteyim. Bununla birlikte Müslümanlık değerlerinin ve medeniyet değerlerimizin bu ülkenin sahip olduğu en önemli güçlerden olduğuna inanıyoruz. En önemli motivasyon unsurlarıdır aynı zamanda. Burada zorluktan ziyade bunu yetkin bir şekilde milletin önüne koyacak üslubun önemli olduğu kanaatindeyim. Ve dört temel şeyin bugün Türkiye`deki kitleler tarafından içten içe benimsendiğini ve dip dalgası olarak gelişmekte olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki dönemde de Türkiye siyasetinde bu dört şeyin toplamının etki edeceğini düşünüyorum.

Maneviyatçı paradigma. Buna sahip olmayan hiçbir sözün artık Türkiye`de kıymeti kalmamıştır. Materyalizmle Türkiye`nin kendi yolunu bulması mümkün değildir.

Türkiye`nin kendi değerleri üzerinde, kendi medeniyeti üzerinde yükselmesidir. Yani yerli ve milli olmasıdır. Yerli olmayan, milli olmayan hiçbir sözün karşılığı yoktur.

Özgürlükten, adaletten, adaletli paylaşımdan yana olmayan hiçbir sözün bu topraklarda karşılığı olmayacak.

Antiemperyalist olmayan hiçbir iddianın bu topraklarda karşılığı olmayacaktır.

Önümüzdeki dönem, medeniyetimizin geçmiş referanslarını kullanabilen ve bunu toplumun önüne bir alternatif olarak koyabilen bir siyasetin dönemidir yani bu dört umdeyi çok güzel harmanlayarak siyaset yapabilmektir doğru olan... Ve inşallah bütün çabamız bu temel değerler etrafında, zaten toplumun beklentileri olan, geçmiş birikimimiz olan bu değerler etrafında milletimizin yeniden yöneleceği muktedir bir siyasal fikriyatı, çalışmayı Türkiye`nin önüne koyabilmektir. Eğer böyle bir çıkış yapılabilirse sizin bahsettiğiniz zorlukların da olmayacağı kanaatindeyim. Şunu da çok açık söylemek lazım; Müslümanlık bu toprakların ayrıştıran değil bütünleştiren unsurudur. Bütünleştirici, yol gösterici, toparlayıcı ve çözüm önerici muktedir bir üslup, muktedir bir siyaset bu iddianın gerçekleştirilmesinde çok ciddi bir şekilde katkıda bulunacaktır.

Soruyu şöyle sormalıydım sanırım; liberal kapitalist bir sistemin içinde siyaset yapmanın zorluklarının üstesinden gelmek için İslami ilkelerden referans alınarak siyaset yapılmalıdır?

Bu topraklarda biz yeni Müslüman olmadık. Bin küsur senedir Müslüman olarak bu topraklarda yaşıyoruz. Dolayısıyla bu ülkenin insanlarından kendisini dini meselelere en uzak hissedenin bile kendisini `sosyolojik` olarak Müslüman kabul ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu bizim için teorik bir şey de değil. Günlük hayatımızın içerisinde ritüelleriyle, günlük ilişkilerimizde kullandığımız terimlerle var olan bir şeydir. Geçmişimizin, medeniyetimizin güzel birikimini bundan sonraki hayatımızda da motive edici bir güç olarak kullanmak her şeyden önce akıl işidir. Bunu gerektirir. Yani geçmiş kültürümüzü yok saymak bu milletin damarlarındaki bu Müslümanlık duygusunu, bilincini yok saymak hangi siyasi görüşle hareket ediyor olursak olalım akılsızca bir iştir. Akıllıca olan, bu milleti doğru dürüst yönetmek, bu milletin refahını yükseltmek, bu milletin dünya üzerinde önde gelen bir millet olmasını istiyorsak yapacağımız şey bu milletin en önemli itici gücü olan maneviyatının ışığında bu millete yol göstermektir. Bunu benimsemek ve bunun üzerinden millete söz söylemektir. Bu millet zaten söylüyor bu sözü. Zaten farkında olsa da olmasa da milletin aslı bu. Bunun sahip olduğumuz siyasi fikirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla siyasetçi kendini nerede konumlandırırsa konumlandırsın, ister sağda ister solda, Müslümanlığı bir tartışma konusu olmaktan çıkarması lazım. Şöyle düşünmeleri lazım; bu milletin en üst birleştirici duygusu olan Müslümanlıktan ülkemin iyi yönetilmesi konusunda nasıl istifade edebilirim? Akıllı olmak bunu gerektirir.

Görüşlerinizi Dünya Bülteni okurlarıyla paylaştığınız için teşekkür ederim.

Prof. Dr. Numan Kurtulmuş Kimdir?

Ülkemizin tanınmış âlimlerinden Cumhuriyet döneminde Latin harfleriyle yazılmış ilk ilmihal kitaplarından `Amentü Şerhi`nin yazarı, İstiklal Harbi gazilerinden merhum Binbaşı Numan Kurtulmuş`un torunu. Babası, merhum Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş ise birçok vakıf ve hayır kurumunun öncülerindendir.

Lisans ve yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi`nde tamamladı. ABD`de Cornell Üniversitesi`nde doktora tezini hazırladı ve misafir öğretim üyesi olarak bulundu.

1992 yılında iktisat doktoru, 1994 yılında ise İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi`nde doçent unvanı aldı.

Yayınlanmış çok sayıda bilimsel makalelerinin yanı sıra `Sanayi Ötesi Dönüşüm` ve `İnsan Kaynakları Yönetiminde Japonya Modeli` isimli basılmış eserleri mevcuttur.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi`nde uzun yıllar Sosyal Siyaset, Çalışma Ekonomisi ve İnsan Kaynakları Yönetimi hocalığı yaptı.

1998 yılında aktif siyasete girerek Fazilet Partisi İstanbul İl Başkanı ve Genel İdare Kurulu üyesi oldu. Daha sonra Saadet Partisi İstanbul İl Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerini yürüttü. Halen Saadet Partisi`nde Siyasi İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı`dır.

2004 yılında profesör olan Kurtulmuş, İstanbul Ticaret Üniversitesi`nde öğretim üyesi olarak akademik çalışmalarını sürdürmektedir.

Kurtulmuş 1959 Ünye doğumlu, evli ve üç çocuk babasıdır.


 




Bu haber 474 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,446 µs