En Sıcak Konular

MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU'NUN ÇOK ÖNEMLİ ''SIR''LARI

7 Ağustos 2008 13:07 tsi
MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU'NUN ÇOK ÖNEMLİ ''SIR''LARI Kimine göre Alperen, kimine göre “Çağımızın Dede Kurkutu” edebiyatçı yazar Mustafa Necati Sepetçioğlu sadece romancı mıydı, hayır! Yalnızca hikâyeci, tiyatro yazarı mıydı? Elbette değil. O aynı zaman bir düşünce adamıydı.

Kimine göre Alperen, kimine göre “Çağımızın Dede Kurkutu” edebiyatçı yazar Mustafa Necati Sepetçioğlu sadece romancı mıydı, hayır! Yalnızca hikâyeci, tiyatro yazarı mıydı? Elbette değil. O aynı zaman bir düşünce adamıydı. Ülkesi için, memleketi için, milleti için, devleti için, Türk âlemi ve İslâm dünyası için kafa patlatan bir mütefekkirdi, bir mefkure adamıydı. Ayağı toprağına basan bir memleket evlâdıydı, sahici bir münevverdi. Kısacası bizden biriydi, içimizden biri.

Vefat eden yazarların bütün eserleri günışığına çıkmalı. Onlardan kalanlar okuyucularına, sevenlerine ulaşmalı. Merhum Sepetçioğlu ile yapılan konuşmalar da, onun kaleme aldığı ve henüz yayınlanmamış eserler de, hakkında yazılanlar ve anlatılanlar da kitaplaşmalı, Türk ilim ve irfan hayatına kazandırılmalı. Bu konuda vefatından sonra kaleme alınanları hayatı ve eserleriyle birlikte N. Hilâl Ünlü ile birlikte kitap olarak hazırlamış ve Sepetçioğlu’nun külliyatını yayımlayan İrfan Yayınları’na teslim etmiştik. Aradan birbuçuk sene geçti. Kitabı neşretmeyi taahhüt eden yayınevinden şu ana kadar bir ses çıkmadı, okuyucularına bir sürpriz mi yapmayı düşünüyor, bilinmez. Belki de hiç yayınlamayacak. Belki de o emekler daha sonra karşılığını bulacak. Ama Sepetçioğlu’nu sevenler onun hâtırasına sahip çıkmak zorunda.

Edibimizin vefatından aylar sonra Ahmet Yüter Hoca ile görüşmüştük. Bana yıllar önce Sepetçioğlu ile bir mülâkat yaptığını, ancak bugüne kadar bu röportajı hazırlayıp yayınlayamadığını, bize vermek istediğini, Sanatalemi için hazırlanabileceğini söylemişti. Ahmet Yüter Hoca bir mülâkatı bu kadar uzun zaman bekletmez. Sanırım Hocamızın cevapları el yazısıyla vermesi bu neşriyatı geciktirmişti. Çünkü Mustafa Necati Sepetçioğlu merhumun el yazısı kolay okunacak türden değil. Sorular ve cevaplar uzun zamandır masamda duruyordu. Ben de bir fırsatını kolluyordum. Nihayet geçenlerde bir vakit ayırdım ve mülâkata baktım. Evet hakikaten kolay okunamıyordu cevaplar. Bana verdiği ikinci mülâkat da bu şekilde olmuştu. Onu da biraz zorlanarak hazırlamıştım. Şimdi bu ikinci bir ödev ve görevdi. Tek başıma yapmam müşkül olunca, zor zamanlarda imdadıma yetişen büyük oğlum Fatih Kerem’i yardıma çağırdım. Eh ne de olsa edebiyatçı olmaya hazırlanıyor. Kısmetse Boğaziçi Edebiyat’a kayıt yaptıracak. Şimdiden metin çözümlemelerine başlasın. Hüsrev Hatemi Hocamız gibi “Medet” dedim, himmet etti, kerem etti ve birkaç akşamın sonunda metni birlikte çözdük. Yine de okuyamadığımız bir iki kelime oldu, onları da karine yoluyla hallettik. Mülâkat 27 Mayıs 2000 tarihinde yapılmıştı. Demek ki aradan tam 8 sene geçmiş. Ve bir yazarın mülakatı, yapılışından 8, vefatından sonra da 2 yıl sonra günışığına çıkabiliyor. Ne diyelim, bu da bir takdir-i ilâhi, bu da nasip ve kısmet. Ama geç de olsa söylenen sözlerin, yazılan yazıların irfan hayatımıza kazandırılması bence önemli.

Aziz yazar Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun ruhaniyeti inşallah bu çalışmadan hoşnut kalır. Ahmet Yüter Hoca’nın Sepetçioğlu üstada ilk sorusu şöyle:

“Zaman’ın Pazar ekinde Pazar Yarenliği yazılarınızı okumaktayız. Size göre gerçek dostluk ve arkadaşlık, gerçek insanlık ve Müslümanlık ilişkileri nasıl ve ne şekilde hayat bulmalıdır insanlar arasında? Bu çizgiden hareketle hangi bir ufukla Pazar Yarenliği soluklanması içinde olunmalıdır?”

YALAN BOZUK BİR MAYA

Ve bu güzel soruya Sepetçioğlu’nun ince ve zarif cevabı şöyle:

“Yalan bozuk bir mayadır. Sizin ununuz nece ak, temiz, has olsa da; tuzunuz arı, suyunuz kaynaktan duru gelse de bozuk maya ile yoğuracağınız ekmek karın doyurucu olmaz; bir lokma yer, gerisine el süremezsiniz. Üstelik un haslığından olmuş, tuz arılığını eritmiş, su ekşimiştir. Kısacası bozuk maya her biri özlerinde kendi değerleriyle zenginleştirecek bir ekmek yerine özlerini de yok etmişlerdir. Yalan mayası da önce güveni yok edecektir. Aynı anda inanışı kemirecektir. Yine aynı anda vefa duygusunu kazıyacaktır. Sevgi çürüyecek, ruh küflenecektir daha sonra. Bunlar dostluk denilen arkadaşlıkla başlayıp insanlık halısını ışıklar, renkler cümbüşünde bezenerek örülmüş muhteşem bir Türk halısını andıran insanlık dediğimiz yaradılış sırrıyla besili mucizeyi oluşturur. Tıpkı has ekmeği oluşturan has maddeler ve has emekler gibi. Yalan mayası bütün bu güzelliği bir anda hiçleştirir. Dostluk mucizesini hiçe saydığınız anda da varlığın ruhu sönecek ışıksız bir fanus işe yaramazlığı ve anlamsızlığı doğuşu ile ölüm arasında sükutu bir zaman yerine kuru ağaçların ormanına döndürecektir. Böyle bir ormanda yaşayan kişinin şükürü nasıl o kişiye can verebilir? Hamdediciliği nasıl güven verici olur?

Yaradılış sırrının, o benzersiz mucizenin tek rehberi olan dostluk anahtarı da senin benim elimde; Allah, yüreğimiz  -gönlümüz- beynimiz arasında bir yere yerleştirmiş.  Lâkin yalan çok defa gözümüzü de kör edebiliyor. Dostluğu ekşitiyoruz.

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Allah’a sığınmasını bilen Bismillâhirrahmanîrrahim dediği anda yalandan uzaklaştığını hissedemiyorsa dostluk zedelenmiş olur. Dostluk yoksa insanlık nasıl var olabilir?

Yazık ki Bismillâhirrahmanirrahîm’i hissetmeden Allah’a sığınmanın kolaylığını yaşayanlar çoğalıyor; o vakit de insanlık, biz onun içinde olduğumuzu sanırken bizi terk ediyor.

İslâm bize, üstelik enfes bir uygulama alanı diye tabiatı da gözlerimizin önüne seren yaratıcısının kefilliğinde bu dünyada da, o dünyada da insan olabilme onurunu vermiş, o onurun sorumluluğunu yükleyerek yaratmış. ‘Yaradılanı Yaradandan ötürü hoş görmek’ zenginliğini de bağışlamış. Lâkin dostluğa giden bu yolu, yalan ile tıkayınca yalnız kalıyoruz.

Düşmanlık bir yerde sevaptır bence; yalanı olan bitmez tükenmez düşmanlık... Gönüle yerleşince yürek rahatlar, beyin sükûnlu yaşar. Ve, dostluk yolu açılır. Oradan insanlığa ulaşırsınız.

Ben böyle düşündüğüm için yazıyorum. Okuyanım da böyle düşünerek okur ise... şükrederim!”

ELHAMDÜLİLLAH MÜSLÜMANIM

Evet, tefekkür yüklü bu sözlerin ardından Yüter’in ikinci suali geliyor, okuyalım:

“Siz Müslüman  Türk’ün örfünü, harsını, töresini, millî ve dinî an’ane ve yaşayış biçimini, o mânâ yüklü muhteşem kaleminiz ve hassas, ciddi, zarif ve lâtif kelâmınızla romanlaştırdınız hep bugüne kadar. Roman ile insanımıza neyi vermek istediniz? Roman ile insanlararası ilişkiler için nasıl kapılar açılmalı, nasıl köprüler kurulmalıdır?”

Ve bu suale, romancımızın dünya görüşünü de sağlam bir şekilde ifade eden  cevabı şöyle:

“Ben, elhamdülillah, Müslümanım. Yalandan, adam kandırmayı hüner bilmekten nefret ediyorum. Mehmed Âkif’in çok güzel bir sözü var: ‘Sözüm odun gibi olsun, doğru olsun tek’ der. Baş yarmayan odun gibi sözler elbette daha güzel.

İslâm dininin iyi bir inançlısı olmaya gayret ediyorum. Çünkü bu dinin insanlığı, bir türlü bulamadığı, ya da buldurulmak istenmeyen, huzura kavuşturacağını biliyorum. Pek uzak olmayan bir zamanda öteki dinlerin zorluları (bu kelime yolcuları da olabilir) da bu gerçeği göreceklerdir. Gözlerinin önünde canavarlaşmış bir put, para... Nece vakit geçer akça olabilir ki? Binlerce yıldır yaşanan küçük fakat günümüzün çekirdeği olan paracılık çöküşleri gibi şimdiki bu durmadan körüklenen kazanma, hep maddeyi kazanma hırsı da ruhu öldürecek. İslâm’ın apaçık gerçeklerinin dışında bir güç o öldürülen ruha nefes aldıramayacaktır.

KOMÜNİST CENDERESİ NASIL ÇÖKTÜ İSE…

Rusya’nın Komünist cenderesi nasıl çöktü ise Amerika da daha değişik bir son yaşamayacaktır. İsteyen istediği kadar gülsün şu sözüme: Bin yıl önce de denedikleri, birkaç kere gerçekleştiğini zannettikleri Avrupa Birliği oyunlarının başarılı bir son yaşayacağına inanmıyorum; yaşarsa ömrü komünizmin ömrü kadar da sürmez. Yine millî devletler, yine birbirleriyle yakınlaşmayı yaşayabilecek aynı veya yakın inançlıların millîliği yok etmeyen Birlikleri devlet olarak var olacaklardır. Dinler tarihini din dışı târih ile birlikte seyredebilirseniz sıkça zencirlenen sebep-sonuç tekrarlarını görür ve okuyabilirsiniz. Yakaladığınız yanlışların doğrusunu yaşarsanız öne geçmek zor olmaz.

İslâm için Araplardan sonra bir ara İran fakat asıl yürüyüş Türklerle varabileceği yerlere vardı. Sıfır noktasından bugüne çıkan çıka ine gelen çizginin her noktası Müslüman Türk aklının merceğinden tekrar tekrar gözden geçirilmeli yükselişler çıkışlar tekrar yükselişler ve sonraları gözden geçirilmeli; zayıflıklar, belirsizlikler, kopukluklar... Kısacası yükselişi eğrilten engeller bir bir bulunmalı, sebepleri tekrarlanmayacak reçeteler yazılmalıdır. Çünkü ben geleceğin ne Amerika ne Rusya ne de Avrupa Birliği’ni zorlayanların elinde olduğuna inanmıyorum. Kim Rusların çıkarına çalışan komünizmi (Mark+Lenin+Stalin Budalılığını) alkışlayanların bugün insan hakları gerçek (sahtesi de varmış gibi) demokrasi şu bu eliyle ortalıkta görünen güç odaklarının alkışlamalarına aldanmak geçmişteki hatâlarımızdan bizim daha yaşamak (?) olur. Değişmez yasa, Kur’an-ı Kerim ve onun uygulama alanı olan tabiatı iyi anlamak görebilmek ve zamanın hiçbir vakit tersine dönmeyecek olan akışını doğru ölçerek gidilmesi gerekecek yolu ve menzilleri iyi+doğru+güzel temellerine oturtmak şarttır.”

TÜRK DEVLET GELENEĞİ

Sepetçioğlu, cevabının devamında Türk devlet geleneğini hatırlatıyor ve devamla şöyle diyor:

“Türklerin bir kaç bin yıllık Devlet gelenekleri vardır Devlet geleneği, önce insanı sağlam tutmak ile başlar. Ayrıca, ‘Birlik’i esas alarak bir kısım araştırıcıların yanlışlıkla (Şaman) dedikleri Tengri=Allah inancından Budizm, Mani hatta Hıristiyan, parçalı da olsa Mûsevi dinlerinin hepsini denemiş fakat İslâm ile birlikte hem ruh beden perçinlenmesine kavuşmuş hem de kutsal görevine değişik bir yüceliş ile dönmüş olan Türkler, birkaç bin yıllık Devlet geleneğini, insanı yaradılmışların en değerlisi kabul eden İslâm gözüyle de aziz bilerek, sağlam ve aziz insanın dünyası için alın teri dökmüşlerdir. Bu alın teri zamanı da, az önce söylediğim gibi günahları ve sevaplarıyla birlikte tekrar tekrar gözden geçirilmelidir. Küçümsenirse geleceğin yıkımı olur; abartılır ise yanlış yollara götürür. Günahları tekrarlamamak, hatâları hiç denememek üzere gelecek hazırlayıcılar, önce milletlerinin yani Türklerin gücüne, birikmiş hazinesine inanmak mecburluğundadırlar.

AMERİKAN ÖLÇÜSÜYLE TÜRK ELBİSESİ DİKİLMEZ

Amerikan ölçüsüyle Türk elbisesi dikemezsiniz; Rus kalıbına göre yapacağın ayakkabı Türkün ayağını sıkar. Greko-Romen-Cermen dikişler, Hıristiyan-Musevî ipliklerinden oluştuğu için Müslüman Türk ruhunu cendereye alır. Geleceği elinde tutacak olan atılımlar geçmişinin arınmış arıtılmış kaynaklarından fışkırmayı denemiyorsa denize ulaşamadan kuruyacaktır.

Bir soruya bu kadar uzun cevap vermemeliydim. Lâkin kısası da yetersiz olurdu; bu bile bence yetersizdir. İbni Haldun’un değdi gibi ‘Suyun suya benzediği gibi gelecek de geçmişe benziyor’ ise Türkler... inançsızlar ile ezelî ve ebedî Türk’e ve İslâm’a hasım, kinli ve nefretli olanlar nece yırtınsalar da Türkler geleceği, geçmişteki hatâlarının tekrarlanmamak şartıyla geleceği yönlendireceklerdir. Yeter ki Kur’an-ı Kerim’in diriler için, diriltici, diriliği buyurur bir ilâhî yol gösterici olduğuna inanıp ölüler için okumaktan vazgeçelim; uygulama alanı olan tabiatı doğru okumayı öğrenelim; insanın insana en büyük kötülüğü ise işkencesi olan yalan ile adam kandırmayı hüner sandıranların ardından değil insanı aziz Türkü yüce bilenleri sevelim.

Ben, böyle düşünüyorum; böyle inanıyorum, bunun için yazıyorum. Herhalde inandırıyorum ki okuyanlarım da beni yalnız bırakmıyorlar.”

Elbette sahici yazarlar okunur, muhakkak ki iyi yazarlar yalnız bırakılmaz. Milletimiz de okuyor nitekim ve yazarını hiç bırakmıyor. Sepetçioğlu’nun, “Gençlik size göre nasıl bir Türkiye özlemi içindedir? Gençliğin önündeki engeller nelerdir ve bu engelleri ortadan kaldırabilmenin yolları nelerdir?” sualine karşılığında mühim tahliller var, bakalım isterseniz:

“Eğer 1980’den sonra paracılığı hüner, para peşine koşmayı marifet, beyin gibi bir Allah bağışını paragöz bir yirminci yüzyıl düşünüşü yerine koymayı gözüaçıklık+zekâ belirtisi+ustalık ve bunun gibi küflenmelerden başka bir şey sanmayan zavallıları Türk gençliği kabul ediyorsak sonumuz yazık ki uçurumdur. Ahlâksızlığın bile ister istemez kendi ahlâkını oluşturduğu bu dünyada böyleleri elbette çoğunlukta değildi. Lâkin azınlıklarıyla çoğunluğun gücünü kırıyorlar. Ne yazık ki Firavunlardan ve Nemrutlardan beri görülen, üstelik sonuçlarını da bildiğiniz halde bu tür insanlar Firavunluğun ve Nemrutluğun her tür hazlarıyla sarhoşluklarını, sonuçlarına katlatma pahasına yaşayacaklardır.

UMUT GENÇLERİ

Bunlara rağmen başka gençler de var. Umut gençleri. Onlar paracı zenginliğin çevresinde değildir. Ve sular arasından çıkmayacaklardır. Lâkin inancın huzurunu arıyorum mutluluğunu yaşayacağım diye ‘sığınak ve barınak’ arayanların Firavun ve Nemrut hayatına bir başka yoldan hazırlanmasını da az önce söylediğim çevre içinde düşünmek korkusu yaşanılmakta.

Yalansız kandırmacasız, hele kutsallıklara bürünerek yalanı ve kandırmayı; ya da çağdaş, lâik, yurtsever, şu bu gibi aziz bilinmesi gereken ilkeleri Firavunlaştırıp Nemrutlaştırmayı düşman; insanı aziz ve bir yaratılış mucizesi, kutsal bir emanet bilmeyi baş tacı bilir isek kazanırız. Birkaç bin yıllık devlet geleneğimiz bin yıllık İslâm ahlâkımızın oluşturduğu millî yapımız bizi kazanca götürebilecek yapıdadır.”

Sepetçioğlu özü sözü bir, içi dışı aynı, ayrısı gayrısı olmayan mert ve cesur bir yazardı. Sözünü kimseden sakınmaz, düşüncelerini pervasızca, aynen seslendirirdi. Yüter’in, “Türkiye’nin geleceğinden ümitli misiniz? Dünya ekseninde Türkiye’nin yeri neresi olacaktır ve Türkiye hangi konumlarda gündem oluşturacaktır?” sualine karşılık yine içini döker romancımız:

“Evet. Yoksa yaşayamazdım! Türkiye’nin yeri bundan önceki sorulara verdiğim cevaplarda bulunabilir.”

GELELİM SIRLARA

Son yıllarda liderlerin sırları gündemde. Cengiz Han’ın Sırları, Fatih’in Sırları, Atatürk’ün Sırları gibi kitaplar revaçta… Peki Sepetçioğlu’nu büyük yazar yapan sır neydi? O sırları da, ‘Mustafa Necati Sepetçioğlu’nu Mustafa Necati Sepetçioğlu yapan sırlar nelerdir? Yeni kitap çalışmalarınız var mı? Varsa bahsedebilir misiniz?’ sualinin ardından gelen cevabın ışığında yakalamaya, anlamaya, kavramaya çalışalım;

“Sanırım bundan önceki soruların cevabında bu sorunun cevabı da var.

Şu anda, yıllardan beri karım Muazzam Sepetçioğlu yazmamı istiyordu. Eksik olmasın Namık Kemal Zeybek Bey de ısrar edip imkânlar tanıyınca, “Aydınlığın Mührü” adıyla bir romana başladım. Hoca Ahmed Yesevi’yi, ‘Pîr-î Türkistan’ adıyla bilinen Yesevi Şeyhi’ni, ki bugünkü Türkçemiz ve Rumeli ile Anadolu  topraklarımızın vatanlaşmasında kaynaktır. Onu böylece anlatacağım. Umuyorum güzel olacak inşallah.

PEYGAMBERİ BAKIŞ: ÇİRKİNDE GÜZELİ BULMAK

Madem siz bir sır sordunuz. Size iki sır söyleyeyim.

1) Ya üç yaşındaydım ya da biraz daha küçük diyelim. Zile’ye -benim doğduğum büyüdüğüm kenttir-, Ramazanlarda dışardan vaiz efendiler gelirdi. Bir Rumeli ağzı konuşur, Rumeli yüzlü apak hoca, öğle ile ikindi arası vaaz ederken benim çok sonraları birkaç yerde yazdığım, Öyle Bir Büyülü Dünya ki... kitabıma da aldığım Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in bir bağışını anlattı, bilmeden de benim yolumu açtı.

Yüce Peygamber ashabıyla bir şehir dışı yürüyüşündeyken yol kıyısına bırakılmış bir leşe rastlarlar. Çok kötü koku, ashabı perişan eder, hızlıca geçmek isterler. Yüce peygamber ise, doğruca leşe yürür, başında durur, bakar. İster istemez yaklaşan ashaba leşi gösterir: ‘Bakar mısınız?’ buyurur; ‘Şu çürüyüp kokan leşteki inci  muntazamlığında duran dişler ne kadar düzenli, ne kadar güzel!’

O yaşımda çirkindeki güzeli bulup gösteren bir peygambere inanmış olmanın mutluluğunu yaşadım; çirkindeki güzelliği anlattım, güzelin çirkinliğini aramadım. İyiyi, doğruyu, güzeli söylemeyi görev bildim.

TÜRK GİBİ YAŞAYABİLMEK ÖNEMLİ

2) Türküm, diyorum, sık sık Türk’ten söz ediyorum, Türk’ü yüceltecek her yolu  deniyorum. Lâkin Türk olmak önemli değil bence. Çünkü o bir doğuştur. Türk gibi olabilmek, Türk gibi yaşayabilmek önemlidir, onurlu olmaktır bu. Cumhurbaşkanından yol süpürücüsüne, dağdaki çobandan köydeki muhtara Türk gibi yaşama onuru ile zenginleşmesini bilmiyor ise Türk olmuş, Kürt olmuş neye yarar?

Ben böyle yaşayabilmenin sırlarını yazıyorum. İnsanı seven, sayan, incitmeyen ve küçümsemeyen, hoşgörü diye adam kayırmayı tarif etmeyen; kulluğu da böyle bilen şarklılığı da böyle anlayan zihniyetin sahibi en azından Türk gibi yaşıyordur ve bu da onun için zaten onurdur.”

Ahmet Yüter Hoca hakkında daha önce bir yazı yazmıştım. Örnek bir din adamıdır, seçkin bir imamdır. Okumayla, kitapla arası çok iyi olan genç bir münevverdir. Camisi Topkapı Oto Sanayi Çinili Camii bir mabedin yanı sıra bir akademi hüviyetindedir. Yüzlerce aydın gidip orada konuşmuştur. Ahmet Hoca daha sonra bu konuşmaları kitaplaştırmıştır. İşte bir sorusunda bu çalışmasından bahsederek sorusunu yöneltiyor:

“Size takdim ettiğim Aydınlar Geçidi isimli Kürsüden Akademik Sohbetler platformumuz hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bu noktadan hareketle caminin fonksiyonu size göre nasıl olmalıdır?”

 CAMİ BİR MEKTEPTİR

Ve Sepetçioğlu, “cami” kavramından ne anladığını, ne anlaşılmak gerektiğini izah ediyor. Kulak verelim:

“Cami bir mekteptir, okuldur. Kulun sahibi ile hemhal olduğu yaradan ile yaradılan arasındaki perdenin kaldırıldığı yerdir ve orada bütün kirlerinden arınmış kulların oluşturduğu toplumun kazanacağı ve kazandıracağı her tür zenginlik ise milleti de devleti de sağlam ve güçlü kılar. Ahiretinden çekinen insanın dünyada huzursuzluk, kargaşa yaratması mümkün değildir. Kargaşa parayı, durmadan parayı tembihleyenlerin eseridir; caminin tenbihi ise dünya ve ahiret dengesinde bir düzene hazırlamak içindir. Bu bakımdan gayretlerimizin eseri olan kitabınızı da takdir etmemek günah olacaktır. Ne var ki, câmii günahlarımızı örtecek bir kubbe ya da dam yerine koyarsak önce biz kaybederiz.”

 Ahmet Yüter, Sepetçioğlu’na her zaman Türkiye’nin gündeminde olan bir soruyu soruyor ve cevabını alıyor daha sonra. Önce soruyu okuyalım isterseniz:

“Çok sık gündem değişikliğine uğrayan bir hayat seyri içindeyiz. Yok lâik-antilâik, yok sağcı-solcu, yok alevî-sünni, yok Kürt-Türk, yok dinci-tarikatçı, yok şu yok bu. Böyle şeyler üretilmekle, yıllardan beridir yapılmak istenen nedir? Ve yapılması gereken nedir?”

Sorumluluğu bilen bir aydın bu soruya nasıl cevap verir? Sepetçioğlu gibi karşılık verir şüphesiz. Öyleyse bu sözlere kulak vermek zamanıdır. Sadece bizim mi, aslında bugün bütün aydınlarımızın, medya mensuplarının, idarecilerin ve Türkiye’nin dertlerini kendisine dert edinenlerin de kulak kabartması gerekiyor. Tabii bizden hatırlatması, gerisi onlara kalmış:

“En son Türk Osmanlı İmparatorluğu, İslâm dışı İslâm’a karşı bütün güçlerin gözlerini yıldırdı. İslâm dışı, İslâm içi küflenmişleri de kullanarak sık sık âli yapısından inanç birlik bütünlüğüne bizi biz yapan neyimiz var ise hepsine birden savaş ilan etti. Bölmek, parçalamak, zayıflatarak yıkmak ve güçsüzleştirmenin her yolu denendi. Denemiyor, denenecektir. Söz konusu ettiğimiz ikiliklere biz tekleştirsek, bire indirsek bile yenisi denenecek, yepyeni ikilik tohumları yeşertilecekti. Mehmet Âkif’in ‘tefrika’ dediği asıl tehlikenin ikilikler, süreklik ikilikler yaratmanın Türkleri ancak durdurabileceğini ordan da biliyor çünkü. Bizim aklında kavak yelleri esen zıpçıktı aydınlarımız gibi onlar da biliyor.

MÜSLÜMAN TÜRK BEŞ KERE AKILLI OLMAK ZORUNDA

Buna karşı ne yapmalıyız? Allah aklımızı bunun için yarattı... Neden aklımızı kullanmıyor, kötüyü övüyor, çirkine kul olmanın yollarını arıyoruz?

Herkes bir kere akıllı ise Müslüman iki kere, Müslüman Türk beş kere akıllı olmak zorundadır. Bunu görev bilecekti.”

Ahmet Yüter Hoca, Sepetçioğlu’nun ‘cami’yle arasının iyi olduğunu elbette bilir. Bilir de yine de “Bir gün yolunuz camimize yönelmiş olsa, orda sizi gören insanlar: ‘Siz Türk Edebiyatı’nın üstadlarındansınız, romanlarınızla büyüdük, hayatımızı tatlandırdık. Bize neler söylemek istersiniz bu yüce mekânda’ diye bir sual yöneltmiş olsalar onlara neleri ifade etmek isterdiniz?” sorusunu yöneltir. Ve münzevi Sepetçioğlu burada da düşüncelerini bütün yalınlığıyla ve samimiyetle sergiler:

“Ben evimden pek az çıkan bir insanım; ömrümün son günlerini geldiğimi de biliyorum. ‘Aydınlığın Mührü’nden sonra daha yazacaklarım da var inşallah. Bu bakımdan, Allah inşallah nasip eylerse onları yazmak isterim. Elbetteki ki, yolum size de yükselecek. Lâkin cami gibi bir kutsallığı ben tedirgin etmekten hep korkmuşumdur. Oradan benim bu sözlerimi siz de okuyorsunuz nasıl olsa. Maksat iyiyi, doğruyu, güzeli söylemek değil mi? Sesin sahibi her vakit camilerimdedir ve ancak güzellikleri doğruların iyi dilinde her an duyuruyordur nasıl olsa...”

YALANDAN UZAK DURUN

“Son olarak okurlarımıza söylemek istediğiniz şeyler nelerdir.” sualine verilen cevap, edibimizin âdeta vasiyeti gibidir. Aslında altı kalın çizgilerle çizilmesi ve üstünde uzun uzun durulması gereken mühim metinler bunlar. İlk talebinin “yalandan uzak durulması”nı çok mânidâr değil mi sizce de? Çünkü doğrulukla başlar her şey. Ve yalanla başlayıp biter bütün bozulmalar, çirkinlikler, kokuşmalar… Sepetçioğlu’nun bugüne kadar açıklanmamış son sözleriyle tamamlayalım yazımızı:

“Yalandan uzak durmalarını Allah’ın dünyaya bir büyük lütfu olan insana saygı duymayı, onu sevmeyi, incitmemeyi ve kandırmamayı kendilerine yol bellemelerini bir miras olarak kabul etmelerini isterim.

Demokrasi de budur zaten, hukuk üstünlüğü de budur, insan hakları da... Ve bunların hiç biri de İslâm’ın dışındaki hiçbir gücün elindeki zenginlikler, üstünlükler değildir. Birkaç bin yıldır Türk olarak, 1500 yıldır da Müslüman Türk olarak zaten bunlar bizim zenginliğimiz idi.

Aşağılık duygusuna kapılıp boynu eğik yaşamanın ne gereği var? Kimse kimseden üstün değil; hele Batı hiç değil, hele hele Batıcılar hiç, hiç, hiç değil... Allah’a emanet olunuz!”

Evet Mustafa Necati Sepetçioğlu, hepimizi Allah’a emanet ediyor. Başka kime emanet edilir ki insan? Biz de onu ve diğer bütün büyüklerimizi Rabbimizin geniş rahmetine emanet ediyoruz. Kabrin nur, mekânın cennet olsun aziz hocam. Daimî hürmet ve muhabbetle… Bu güzel hâtırayı bize kazandıran Ahmet Yüter Hoca’ya da binlerce teşekkürler… 
 
(05.08.2008 tarihli bu yazı SanatAlemi.Net Sitesi'nden iktibas edilmiştir.)



Bu haber 3,117 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    6,464 µs