En Sıcak Konular

AK PARTİ'NİN ÖN SAVUNMASI

6 Mayıs 2008 16:48 tsi
AK PARTİ'NİN ÖN SAVUNMASI AK Parti'nin, 98 sayfalık ön savunmasında, 35 ekten oluşan toplam 3 klasör evrak da Yüksek Mahkemeye sunuldu.

ANKARA - AK Parti hakkındaki kapatma davasına ilişkin partinin Anayasa Mahkemesine sunduğu ön savunmada, ''davanın hukuki değil, siyasi bir dava'' olduğu belirtilerek, ''AK Parti, laikliğe aykırı fiillerin değil, kurulduğundan itibaren yaptığı çalışmalarla ülkemize ve milletimize hizmetin odağı haline gelmiştir'' denildi.
AK Parti'nin, 98 sayfalık ön savunmasında, 35 ekten oluşan toplam 3 klasör evrak da Yüksek Mahkemeye sunuldu.
Ön savunmanın başlangıç kısmında, Adalet ve Kalkınma Partisi ''Cevap Veren'' biçiminde yer aldı.
Savunmanın sonuç ve talep bölümünde, iddianamenin, ''toplumsal talepleri dile getirme görevi olan siyasilerin, toplumsal ve siyasi sorunlar karşısında adeta duyarsız ve dilsiz olduğu bir partiler düzeni istediği'' ifade edildi.
İddianamede, ''delil'' olarak sunulan beyan veya eylemlerin, özgürlükçü demokratik ve laik rejime yönelik bir tehdit oluşturduğunun söylenemeyeceği belirtilerek, şöyle denildi:
''Aksine, bu sözde 'deliller'le bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesi, Türkiye'de demokrasiyi tek sesli ve yasakçı bir boyuta taşıyabilecek bir tehdit niteliğindedir.
Ortada AK Parti'ye isnat edilebilecek nitelikte laikliğe aykırı eylemler, hatta söylemler olmadığına göre, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmaktan değil, ancak 'vehimlere dayalı bir algılama hatası'nın varlığından söz edilebilir. Her biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadeler, bir milyon defa tekrarlansa bile, bir partiyi Anayasa'ya aykırı eylemlerin odağı haline getirmez.
AK Parti, laikliğe aykırı fiillerin değil, kurulduğundan itibaren yaptığı çalışmalarla ülkemize ve milletimize hizmetin odağı haline gelmiştir.
Sonuç olarak, bu nedenlerle AK Parti'nin kapatılması için açılan davanın reddine karar verilmesi hususunu Anayasa Mahkemesinin takdirlerine saygıyla sunarız.''
''Bu dava hukuki değil, siyasi bir davadır'' başlığı altında yer alan görüşlerde de AK Parti hakkında düzenlenen iddianamenin, ''hukuki bir metin olmaktan ziyade, ülkenin gerçeklerini ve iktidar partisinin icraatlarını görmezlikten gelerek, korku ve vehimlerden hareketle geleceğe yönelik spekülatif öngörülere yer veren kurgusal bir metin niteliğinde'' olduğu ifade edildi.

-''AK PARTİ, DEMOKRATLARININ YÖNELDİĞİ YEGANE ADRESTİR''-

Ön savunmada, AK Parti'nin, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir risk teşkil etmek bir yana, ülkenin demokratlarının yöneldiği neredeyse yegane adres haline geldiği belirtilerek, ''Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini göstermeye çalışmak için kullanılan sözler, hiçbir şekilde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kastettiği anlamda hukuki ve inandırıcı delil olarak vasıflandırılamaz'' denildi.
Ön savunmanın ''Demokrasilerde Siyasi Parti Özgürlüğü Ve Sınırları'' ana başlıklı bölümünün ''Demokrasi ve Siyasi Partiler'' alt başlığı altında demokrasinin; siyasi yönetimin meşruiyetini, yönetilenlerin rızasına ve temsiline dayandıran bir yönetim biçimi olduğu ifade edildi.
Halkın iktidarı anlamına gelen demokrasinin, eşitlik, özgürlük ve çoğulculuk gibi değerleri öne çıkaran toplumların yegane siyasi tercihi olduğu belirtilen ön savunmada, ''Çağdaş demokrasilerin temel ilke ve kurumları serbest ve düzenli seçimler, çoğulculuk ve siyasi yarışma, insan hakları, hukuk devleti ve temel politikaları belirleme yetkisine, seçilmişlerin sahip olmasıdır'' denildi.
Halkın yönetime katılımının başlıca aracı olan siyasi partilerin, demokrasilerde merkezi bir role ve öneme sahip olduğunun ifade edildiği ön savunmada, siyasi partilerin, toplumdaki farklı düşünce ve görüşleri siyasi alana taşıyarak, halkın temsili, siyasi iktidarın kullanılması ve muhalefet işlevlerini yerine getirdikleri vurgulandı. Siyasi partilerin uluslararası sözleşmeler ve demokratik anayasalar tarafından güvence altına alındığının hatırlatıldığı ön savunmada, şöyle denildi:
''Nitekim, AİHM'e göre siyasi partiler, demokrasinin layıkıyla işleyebilmesi için hayati bir rol oynayan örgütlerdir. Bu nedenle, partilere yönelik her müdahale, kaçınılmaz olarak hem örgütlenme özgürlüğünü hem de sonuçta demokrasiyi etkileyecektir. Dolayısıyla bir siyasi partinin kapatılması, ancak fevkalade ciddi durumlarda başvurulabilecek son derece ağır bir yaptırımdır.''

-''KAPATMA İSTİSNAİ VE EN SON ÇARE''-

Tüm siyasi partilerin aynı görüşleri benimsemesinin ve adeta ortak programa sahip olmasının istenmesinin çoğulcu demokrasiyle bağdaşmayacağının ifade edildiği ön savunmada, siyasi partilerin savunduğu görüşlerin değerinin, onların doğru, tutarlı veya isabetli olmasından değil, demokratik ve barışçıl bir yöntemle ifade edilmiş olmasından kaynaklandığı belirtildi.
Ön savunmada, ''Farklı görüşlerin yasaklanması, siyasi rejimi özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik olmaktan çıkarıp, tek sesli ve baskıcı bir yapıya dönüştürme tehlikesi doğurabilir'' görüşüne yer verildi.
Demokrasilerde iktidarların el değiştirmesinin, ancak seçim yoluyla mümkün olduğu belirtilen ön savunmada, şöyle devam edildi:
''Kapatma biçimindeki yaptırım, siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırabileceği içindir ki ancak zorunlu durumlarda istisnai ve en son çare olarak düşünülmektedir. Siyasi partilerin keyfi ve ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin özünü zedeleyeceği kabul edilmektedir.
Batılı demokrasilerdeki siyasi partilerin yasaklanması konusundaki uygulamada da bu evrensel standartlara uygun hareket edilmiştir.''
Avrupa'da 1950'lerden bugüne kadarki süreçte sadece üç siyasi partinin kapatıldığının ifade edildiği ön savunmada, siyasi partilerin kapatılması konusundaki evrensel standartların, insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye açısından da geçerli olması gerektiği ifade edildi.
Ön savunmada, 1961 ve 1982 anayasalarında, siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğunun açıkça belirtildiği kaydedilerek, şöyle denildi:
''Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde kapatılmıştır. Böylece siyasi partilerin demokrasiler açısından 'vazgeçilemezliği' ilkesi adeta tersine çevrilmiştir. Bu durum, siyasi partileri uygulamada kolaylıkla 'vazgeçilebilir' hale getirmiştir.
1961 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana Anayasa Mahkemesi tarafından 24 siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya askeri müdahaleler döneminde kapatılan siyasi partiler dahil değildir. Kapatılan parti sayısı itibarıyla Türkiye, çağdaş demokrasilerde kırılması imkansız bir rekorun sahibidir. Sadece 1961 Anayasası döneminde kapatılan parti sayısı bile tek başına demokratik ülkelerde kapatılan partilerin toplamından daha fazladır. 1982 Anayasası döneminde daha yoğun biçimde parti kapatma kararları verilerek siyasi alan iyice daraltılmıştır. Öte yandan, yoğun biçimde siyasi parti kapatma kararı vermekle, ülkedeki sorunlara demokrasi ve hukuk sınırları içerisinde çözümler üretme ve sorunları böylece çözme imkanı da ortadan kaldırılmaktadır. Yasaklama biçimindeki yaptırım nedeniyle düşünce ve siyasi parti özgürlüklerinin içi boşaltılmaktadır.
Türkiye uygulamasının evrensel standartlara uymadığının en açık göstergesi, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen siyasi parti kapatma kararlarının biri hariç tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Sözleşme'nin ihlali olarak kabul edilmiş olmasıdır.''

-''DAHA HAFİF TEDBİRLER''-

Ön savunmada, ''Siyasi Partilerin Yasaklanmasında Evrensel Standartlar'' başlığı altında ''İddianamede siyasi parti kapatma nedenlerinden bahsedilirken AİHS hükümleri ve Venedik Komisyonu ilkelerine de atıf yapılmakla birlikte, Venedik Komisyonu ilkelerinin siyasi partiler için son derece güvenceli bir koruma sistemi getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi partilerin kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir'' ifadesine yer verildi.
Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir demokrasi standardını oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonunun, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporundaki ilkelere de işaret edilen ön savunmada, ''Siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması için yeterli bir delil olarak görülemez'' denildi.
''Siyasi partilerin, ancak şiddet kullanmayı savunmaları ya da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda yasaklanabileceği'' görüşünün ifade edildiği ön savunmada, partilerin yasaklanması veya kapatılması biçimindeki yaptırımın istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde kullanılması gerektiği ifade edildi.
Ön savunmada şu görüşler yer aldı:
''Siyasi parti hakkında dava açılmadan önce, davayı açacak hükümet ya da diğer devlet organlarınca, siyasi partinin özgür ve demokratik siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığına ve kapatma ya da yasaklama yaptırımı dışında daha hafif tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır.
Siyasi parti kapatma davaları, hukuki usulün tüm güvencelerine yer veren, aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara bağlanmalıdır.
Bu ilkelerden de anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu siyasi partilerin ancak şiddeti savunma veya şiddeti politik bir araç olarak kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir.
Diğer yandan, siyasi partilerin kapatılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin birçok maddesiyle ilgilidir. Partilerin tüzel kişilik olarak kurulması ve faaliyette bulunması, temel olarak 11. maddenin koruması altındadır. AİHM, siyasi parti özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünün bir unsuru olarak görmektedir.
Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davalar Sözleşmenin 10 uncu maddesiyle korunan ifade özgürlüğüyle de yakından ilgilidir. Kapatma davasında sunulan 'delillerin' neredeyse tamamı ilgili parti üyelerince değişik tarihlerde yapılan açıklamalardan ibaret olduğundan, dava açısından ifade özgürlüğünün önemi daha da artmaktadır.
Yargılama sırasında ortaya çıkabilecek ihlaller, Sözleşme'nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesini de devreye sokabilecektir. Kapatma kararının sonuçları dikkate alındığında, mülkiyet hakkı ihlali de gündeme gelebilecektir.
Ayrıca, bir siyasi partinin kapatılmasına neden olduğu gerekçesiyle partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve beş yıl süreyle herhangi bir partide yer alamaması yaptırımı, AİHS'nin 1 nolu Protokolü'nün 3. maddesine aykırılık sonucunu doğurabilecektir.
Aynı şekilde, partilerinin kapatılması sonucu haklarında beş yıl parti yasağı getirilen Nazlı Ilıcak, Merve Kavakçı ve Mehmet Sılay'ın başvuruları üzerine, 2007 yılında AİHM, Sözleşme'nin seçme ve seçilme hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. AİHM'in bu kararlarına göre, Anayasa'nın milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını doğuran hükümleri, siyasi parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım öngörmektedir. Başvuru sahipleri hakkında uygulanan bu ciddi yaptırımlar, sınırlama sebebi olan meşru amaçlarla orantısız bulunmuştur.'' 
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM içtihadının, Türkiye'de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine oluşturulduğu ifade edilen ön savunmada, AİHM'in bu kararlarında siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koyduğu belirtildi ve bu ilke ile ölçütler özetlendi.

-''AK PARTİ TAMAMEN YENİ BİR PARTİDİR''-

İddianamede, siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM kararları ile ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte bu ölçütlere göre neden AK Parti'nin kapatılması gerektiğinin hiçbir şekilde ortaya konulmadığı ifade edilen ön savunmada, ''Aksine, iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi'' denildi.
Ön savunmada, şunlar kaydedildi:
''AİHM'e göre parti kapatma yaptırımının 'zorlayıcı toplumsal gereksinim' şartını sağlayıp sağlamadığını belirlemek için şu üç temel şartın gerçekleşmesi gerekmektedir:
-Bir siyasi partiden kaynaklanan demokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik riskin yeteri kadar yakın/kaçınılmaz olduğunu gösterecek, varlığı ispat edilmiş sağlam, inandırıcı deliller bulunmalıdır.
-İlgili siyasi parti yöneticilerinin ve üyelerinin eylem ve beyanları partiye isnat edilebilir nitelikte olmalıdır.
-Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem ve beyanlar, partinin demokratik toplum kavramıyla bağdaşmayan bir toplum modelini tasavvur ettiğini ve savunduğunu açıkça ortaya koyacak şekilde bir bütün teşkil etmelidir. 
Bu şartların hiçbiri bu davada söz konusu değildir, olamaz da. Çünkü AK Parti, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir risk teşkil etmek bir yana, bu ülkenin demokratlarının yöneldiği neredeyse yegane adres haline gelmiştir. Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini göstermeye çalışmak için kullanılan sözler, hiçbir şekilde AİHM'in kastettiği anlamda hukuki ve inandırıcı delil olarak vasıflandırılamaz. Doğrulukları bile araştırılmadan dosyaya konulan gazete haberleri, bağlamlarından koparılan sözler, tekzip edilen beyanlar, yanlış çevrilen röportajlar ve tüm bunlardan çıkarılmaya çalışılan kurgusal ve sanal sonuçlar eğer gerçekten 'delil' kabul edilecekse, bu 'deliller' karşısında yeryüzünde demokrasi için risk teşkil etmeyecek bir siyasi parti bulmak imkansız hale gelecektir.''
İddianamenin, AK Parti'yi geçmiş bazı partilerin devamı olarak gösterme gayreti içinde olduğu ileri sürülen ön savunmada, ''Burada amaç bellidir. AİHM'in bir siyasi partiyle ilgili verdiği karardan hareketle, partimizin de kapatılmasının Sözleşme'ye uygun olacağı izlenimi oluşturulmak istenmektedir. Ancak bu gayret beyhudedir. AK Parti 2001 yılında tamamen yeni bir parti olarak kurulmuş ve bunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de göstermiştir'' denildi.
''AK Parti'nin, programını henüz gerçekleştirme imkanı bulamamış bir muhalefet partisi de olmadığı ifade edilen ön savunmada, şimdiye kadar ülkenin daha ileri gitmesi için önerdiği ve yaptığı tüm reformların, AİHM'in öngördüğü kriterler çerçevesinde her bakımdan yasal ve demokratik araçlarla gerçekleştiği kaydedildi.
Ön savunmada, ''AK Parti'nin şu ana kadar gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği önerilerin tamamı da demokrasinin temel ilkeleriyle uyumludur. Hatta, 2002 yılından beri yapılanlar Türkiye'de insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tarihte hiç olmadığı kadar pekiştirilmesine imkan sağlamıştır. Bu açık ve yalın gerçeğe rağmen partimizle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak 'antidemokratiklik' suçlamasının yapılması, bilinen tüm akıl ve mantık kurallarını alt üst etmek olacaktır. Bu durum, şayet kavram karışıklığından kaynaklanmıyorsa, kesinlikle bir ön yargı ve kötü niyetin ürünüdür'' denildi.
Ön savunmanın ''Türkiye'de Siyasi Partilerin Yasaklanması'' başlıklı bölümünde ise Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'ndaki değişikliklerden söz edilerek, bu değişiklikler kapsamında bir fiilin odağı olma durumuna yer verildi. ''2001 Anayasa değişikliğiyle, bir siyasi partinin 'Anayasa'ya aykırı eylemlerin odağı olması'nın şartları Anayasa'da açıkça düzenlenmiştir. Buna göre, bir siyasi parti, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemler, o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır'' denildi.
Ön savunmada şöyle devam edildi:
''Bu düzenlemeye göre, Anayasa'ya aykırı eylemlerin siyasi parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca benimsenmesi şartlarının gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla belirlenmelidir. Örneğin, üyeler birtakım eylemler icra ediyor, fakat parti organları bunları benimsemiyorsa, parti odak haline gelmez. Yine parti yetkililerinin kararlılık içinde işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasa'ya aykırı eylemleri işleyenlerin bu eylemleri süreklilik içinde ve sıklıkla tekrarlamaları zorunludur.

-''BEYAN DEĞİL FAALİYET''-

Ayrıca, 2001 Anayasa değişikliklerinden sonra siyasi partilerin sadece beyanlardan dolayı 'odak' haline gelmesi mümkün değildir. Zira, Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında 'eylemler'den dolayı bir siyasi partinin odak olabileceği öngörülmektedir. Bu değişiklik, ifade özgürlüğünün alanını genişletmek amacıyla Anayasa'nın Başlangıç kısmının beşinci paragrafında yapılan değişiklikle de paralellik arz etmektedir. Bu bağlamda, 'beyan' değil de 'faaliyet'i sınırlandıran bir değişiklik yapılmıştır. Başlangıç kısmında yapılan bu değişiklikle 'düşünce ve mülahaza' ibaresi 'faaliyet' sözcüğüyle değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği teklif gerekçesinde 'düşünce ve mülahaza' ibaresinin 'doğrudan düşünceye bir sınır teşkil etmesi nedeniyle' değiştirildiği açıkça belirtilmiştir.''
Ön savunmada, Anayasa Mahkemesinin, siyasi partilerin kapatılması davalarını görürken Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu'nda yer alan hükümlerin yanı sıra, Anayasa'nın 90'ıncı maddesi uyarınca, uluslararası insan hakları sözleşmelerini de dikkate almak durumunda olduğu belirtildi.
''Anayasa Mahkemesinin parti kapatma konusundaki kararları ile AİHM'in içtihadı arasında önemli farklılıklar vardır'' görüşünün yer aldığı ön savunmada, şunlar kaydedildi:
''Türkiye'de siyasi partiler hukuku alanında yapılan anayasal ve yasal değişiklikler, siyasi partileri daha güvenceli bir konuma getirme amacını taşımaktadır. Bu değişikliklerden sonra, Türk hukuku bakımından da bir siyasi parti ancak istisnai durumlarda ve en son çare olarak kapatılabilecektir. Siyasi parti kapatma davalarında yetkili yargısal makamların anayasa koyucunun bu açık iradesini dikkate alması, Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin bir gereğidir.

"İDDİANAME, SİYASİ VE İDEOLOJİK BİR TERCİHİ YANSITMAKTA"

Anayasa Mahkemesine sunulan ön savunmada, ''kamu adına dava açma yetkisine sahip bir makamın, siyaseten tarafsız bir söylem kullanması, iddia ve ithamlarını hukukla sınırlı tutması gerektiği'' belirtilerek, ''Halbuki iddianame, siyasi ve ideolojik bir tercihi yansıtmakta, bu haliyle hukuki bir metin olmaktan ziyade ön yargıların egemen olduğu bir siyasi bildiri niteliği taşımaktadır'' denildi.
Ön savunmanın giriş bölümünde, ''hukuk alanında keyfilik, kişisellik ve sübjektifliğin, bu iddianamede görüldüğü gibi gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının örselenmesine yol açtığı'' ifade edildi.
İddianamenin, ''baştan aşağı gerçekleri ters yüz eden, değerleri ve kavramları birbirine karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar veren ön yargılı bir yaklaşımı yansıttığı'' kaydedilen ön savunmada, ''İddianamenin gerçekte olup bitenle bir ilgisi bulunmamaktadır. Esasen böyle bir ilgi kurma kaygısı taşımadığı da ortadadır. Bu nedenle iddianamenin ortaya koyduklarıyla gerçekler arasında derin bir uçurum bulunmaktadır. Sonuçta iddianamenin kanıtladığı tek şey de budur'' görüşüne yer verildi.
İddianamenin bir çelişkiler yumağı olduğu belirtilen ön savunmada, şu ifadelere yer verildi:
''Kurulduğu andan beri Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık hedefine doğru kararlılıkla yürüyen ve bu yürüyüşün en önemli dönemeci olan Avrupa Birliğine tam üyelik hedefinin gerçekleşmesi için gerekli her adımı atan bir partinin, laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini ileri sürmek, bir çelişkidir.
Milletimizin talep ve ihtiyaçlarıyla hak ve özgürlükleriyle laiklik gibi devletimizin temel esasları arasındaki yapay çelişkileri ortadan kaldırmayı amaçlayan bu 'büyük uzlaşma' arayışımız, Başsavcı'ya göre suç oluşturmaktadır.''

-''GİZLİ GÜNDEMİMİZ HİÇBİR ZAMAN OLMADI''-

AK Parti'nin, Türkiye'yi daha ileriye taşımaya yönelik tüm adımlarını milletin önünde attığı ifade edilen ön savunmada, ''Açıkladıklarımız ve yaptıklarımız dışında gizli gündemimiz hiçbir zaman olmadı, bundan sonra da olmayacaktır. Hakkımızda düzenlenen iddianamede temel sorun, AK Parti'nin siyasi felsefesi ve vizyonunun anlaşılamamış, hatta daha da vahimi, yanlış anlaşılmış olmasıdır. İddianamede portresi çizilmeye çalışılan partiyle AK Parti'nin hiçbir ilgisi bulunmamaktadır'' denildi.
AK Parti'nin, son genel seçimlerde 81 ilin biri hariç tümünde milletvekili çıkaran tek parti olduğu anımsatılarak, AK Parti'nin Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünün teminatı olduğu belirtildi.
Üniter devlet, laik devlet, demokratik devlet vurgusunun, AK Parti'nin temel siyasi misyonu olduğu ifade edilen ön savunmada, AK Parti'nin laiklik konusunda geliştirdiği anlayış ve siyasi duruşun da Türk siyaseti açısından büyük önem taşıdığı kaydedildi.
AK Parti hükümetlerinin, yasal çerçevede laikliğin kurumsal ve pratik şartlarına saygı göstermenin ötesinde, geniş kitlelerin devletin laik karakterini sahiplenmesine önemli bir katkı sağladığı belirtilen ön savunmada, ''Laikliğin geniş kitleler tarafından benimsenmesinde, farklı kesimlerin sisteme entegre edilmesinde partimiz, önemli bir misyon icra etmektedir. Bu nedenle AK Parti laikliğe karşı odak olan değil, laikliği toplumsallaştıran bir harekettir'' görüşlerine yer verildi.

-AĞIR EKONOMİK VE SİYASİ BEDELLER...-

Diğer yandan, bu davanın ülke ve millete ağır ekonomik ve siyasi bedeller ödetebilecek bir süreci başlattığı öne sürülen savunmada, ''Gerçekten de AK Parti hakkında düzenlenen iddianame, Türkiye'nin demokratik hayatını sarsan, milli iradenin üstünlüğünü tartışmaya açan, gerçeklikleri değil, tezvirat ve yakıştırmaları öne çıkaran bir anlayışa dayanmaktadır'' denildi.
Ön savunmada, bu davayla ''Türk hukuk sisteminin, demokrasinin, ülke ve milletin, devletin bütünlüğünün zarar gördüğü'' belirtilerek, ''Hakkımızda düzenlenen bu iddianamedeki hiçbir iddia ve ithamı kesinlikle kabul etmiyoruz'' ifadesine yer verildi.

-''TANIKLIK ETTİĞİMİZ ÇAĞA DÜŞTÜĞÜMÜZ NOTLAR...''-

Bu iddianamenin, ''Cumhuriyetin niteliklerinin halk tarafından yeterince sahiplenilmediği varsayımına dayandığı, milletin devletine ve Cumhuriyetine olan sadakatini tartışmalı hale getirdiği'' kaydedilen ön savunmada, ''Cumhuriyetimizin bütün kazanımlarını, bütün başarılarını inkar anlamına gelen bu haksız varsayımı kabul etmek mümkün değildir'' görüşü yer aldı.
''AK Parti'nin iktidarda olduğu bu dönemde AB'ye tam üyelik yolunda kat edilen mesafe başta olmak üzere, Atatürk'ün işaret ettiği çağdaşlaşma hedeflerine her zamankinden daha çok yaklaşıldığının aşikar olduğu'' ifade edilen ön savunmada, şunlar kaydedildi:
''Kapatma talebiyle açılan bu davada amacımız, sadece partimizi savunmak değildir. Esasen biz milletimize ve devletimize hizmetten başka savunmayı gerektirecek hiçbir şey yapmadık. Siyaseti her zaman millete hizmetin aracı olarak gördük. Söylem ve eylemlerimiz insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin daima ileri götürülmesine yöneliktir.
Bu bağlamda söyleyeceklerimiz, tarihe ve tanıklık ettiğimiz çağa düştüğümüz notlar olarak görülmelidir. AK Parti olarak bu açıklamaları, aziz milletimize ve devletimize karşı üstlendiğimiz görev ve sorumluluğun bir gereği olarak görüyoruz.''

-''BU DAVA HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ BİR DAVADIR''-

Ön savunmanın, ''Bu dava hukuki değil, siyasi bir davadır'' başlığı altında yapılan değerlendirmelerde de AK Parti hakkında düzenlenen iddianamenin, ''hukuki bir metin olmaktan ziyade, ülkenin gerçeklerini ve iktidar partisinin icraatlarını görmezlikten gelerek, korku ve vehimlerden hareketle geleceğe yönelik spekülatif öngörülere yer veren kurgusal bir metin niteliğinde'' olduğu görüşüne yer verildi.
Muhalif siyasi partilerin, iktidarları yıpratmak için bu tür yollara başvurmalarının anlaşılabileceği, ancak hukukun sanal değerlendirmelere değil, somut gerçekliklere, belge ve bulgulara dayanmak zorunda olduğu ifade edilen ön savunmada, şu görüşlere yer verildi:
''Özellikle, sonuçları bakımından son derece ağır yaptırımlar içeren siyasi parti kapatma davalarında doğruluğu bile araştırılmaksızın gazete kupürlerinden seçilerek bir araya getirilen ve her siyasi görüşten insanların söyleyebileceği sözlerle birtakım kurguların temellendirilmeye çalışılması, son derece tehlikelidir. Bu tehlike, söz konusu siyasi parti yasama çoğunluğuna sahip ve yürütme görevini üstlenen iktidar partisi ise daha da vahim bir boyuta ulaşmaktadır.''
İktidar partilerinin, yasama faaliyetleri ve yürütme icraatları üzerinden devlet yetkileri kullanan, dolayısıyla meşruiyetini anayasal ve yasal mekanizmalarla sağlamış örgütler olduğu kaydedilen ön savunmada, ''Tam da bu nedenle siyasi parti kapatma yaptırımına mevzuatlarında yer veren demokratik ülkelerin hiçbirinde iktidar partisinin kapatılmasına yönelik dava açılmamıştır. Hatta birçok ülke bakımından böyle bir dava açmak mümkün bile değildir'' denildi.

-ESKİ YÖK BAŞKANI TEZİÇ'TEN ALINTI-

Türkiye'de de bazı anayasa hukukçularının iktidar partisinin kapatılamayacağını açıkça vurguladıkları belirtilen ön savunmada, ''Siyasi partiler hukuku konusunda çalışmalarıyla bilinen'' şeklinde nitelendirilen eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in, 1997 yılında bir toplantıda söylediği, ''...Bir iktidar partisi için kapatma mekanizmasının işlemesi düşünülemez'' şeklindeki sözlerine yer verildi.
''İktidar partisinin kapatılması, yasama ve yürütme organlarını felç ederek çalışamaz hale getirebilecek bir girişimdir'' denilen savunmada, ''içeride ve dışarıda birçok kişinin kapatma davasını 'yargı darbesi' olarak nitelendirmesinin arkasında da bu gerçekliğin yattığı, demokratik bir sistemi diğer rejimlerden ayıran temel özelliğin, iktidarın sadece ve sadece seçim yoluyla el değiştirmesi'' olduğu ifade edildi.
Savunmada, ''bir ülkede iktidarlar seçim dışındaki yollarla değişiyor, temel siyasi kararlar demokratik temsil meşruluğuna sahip olmayanlar tarafından alınıyor ya da bunlar tarafından seçilmişlere dayatılıyorsa, o ülkede seçimler düzenli olarak yapılıyor olsa bile, 'demokrasiden değil, ancak bir bürokratik rejimden' söz edilebileceği'' belirtildi.

-''EN İRONİK DAVA''-

Ön savunmada, şu görüşler yer aldı:
''Siyasi iktidarın icraatları, anayasa yargısı ve idari yargı yoluyla denetlenmek suretiyle Anayasa'nın üstünlüğü etkili biçimde tesis edildiğinden, ayrıca iktidar partisine yönelik kapatma davası açılmasını demokrasi ve hukuk devleti ile açıklamak mümkün değildir.
Diğer yandan, bu dava tüm zamanların en ironik davasıdır. Kuruluşundan itibaren gece gündüz çalışarak Türkiye'yi Avrupa Birliğinin tam üyesi yapmak için uğraşan, ülkeyi demokratik ve laik bir Avrupa'nın parçası haline getirmek için tüm adımları atan ve atmakta olan bir siyasi hareketi 'laiklik aleyhine fiillerin odağı' olmakla suçlamak akla, mantığa ve gerçeğe aykırıdır.''
AB ile müzakere sürecini başlatan bir iktidara yönelik kapatma davasının bu süreci nasıl bir tehlikeye sokacağını tahmin etmenin güç olmadığı ifade edilen savunmada, dava açıldığı andan itibaren AB'nin en üst düzey yetkililerinin yaptıkları açıklama ve verdikleri mesajların da çok açık olduğu belirtildi. Savunmada, ''Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla bir bütün olarak hepimizin müzakereleri başarıyla tamamlama ve siyasi entegrasyonu sağlama yükümlülüğümüz karşısında bu davanın süreci dinamitleyen niteliği ortadadır. Tarihe ve gelecek nesillere şu notu düşmek istiyoruz: Tarih ve ona şahitlik eden milletimiz, ülkemizin çağdaş uygarlık mücadelesini engelleyenleri affetmeyecektir'' denildi.

-''SİYASİ BİLDİRİ...''-

İddianamenin özünün, ''partinin gerçekleştirmeyi amaçladığı demokratik değişim ve dönüşümün demokrasiyle bağdaşmadığı'' varsayımına dayandığı ifade edilen ön savunmada, bu iddia ve ithamın ispatı olarak da ''ifade özgürlüğü'' kapsamında beyan ve açıklamaların ileri sürüldüğü kaydedildi.
Savunmada, ''Herkesin her ortamda rahatça söyleyebildiği sözlerin, bir siyasi partinin mensuplarınca da dile getirilmesi, söz konusu partinin aleyhine bir delil olarak kullanılamaz'' denildi.
''İddianamenin Siyasi/İdeolojik Dili'' başlığı altında yapılan değerlendirmelerde de iddianamenin, hukuk dışı bir dille kaleme alındığı, her şeyden önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının resmi kayıtlarında Adalet ve Kalkınma Partisinin kısaltmasının ''AK Parti'' olarak belirtilmesine rağmen, iddianamede ısrarla ''AKP'' şeklinde kullanılmasının siyasi bir tavrın göstergesi olduğu öne sürüldü.
Kamu adına dava açma yetkisine sahip bir makamın, siyaseten tarafsız bir söylem kullanması, iddia ve ithamlarını hukukla sınırlı tutması gerektiği belirtilen savunmada, ''Halbuki iddianame siyasi ve ideolojik bir tercihi yansıtmakta, bu haliyle hukuki bir metin olmaktan ziyade ön yargıların egemen olduğu bir siyasi bildiri niteliği taşımaktadır'' denilerek, iddianameden, bazı örnek cümleler verildi.
Ön savunmada, şu görüşler savunuldu:
''Partimize iktidar olduğu tarihten beri bazı marjinal siyasi partiler, gazete ve dergiler kanalıyla yöneltilen bu tür eleştirilerin aynen iddianamede yer alması hukuk adına üzüntü ve kaygı vericidir. Biz burada normalde siyasi muarızlarımızın bize yönelttikleri bu tür ciddiyetten uzak siyasi iddiaları cevap vermeye değer görmüyoruz.''
Yargının bu tartışmalara alet edilmesine kesinlikle karşı olunduğu belirtilen ön savunmada, ''Zira bu durum, siyasi fikir mücadelesinin meşru zemininden uzaklaştırılarak, tarafsız olması gereken hukuk ve yargı alanına taşınması anlamına gelmektedir'' denildi.
Yargı kurumlarının, hiçbir zaman siyasi muhalefetin aracı olarak kullanılamayacağı ve kullanılmaması gerektiği kaydedilen ön savunmada, aksi takdirde, siyasi görüşler karşısında tarafsız olması gereken yargının siyasallaşması sürecine girileceği belirtildi. Hukuk devletinin en önemli unsurlarından birinin yargının tarafsızlığı olduğu vurgulanan savunmada, yargının tarafsızlığını kaybederek, belli bir siyasi düşüncenin sözcüsü haline geldiğine dair en küçük bir kuşkunun bile adalete olan güveni ve dolayısıyla hukuk devleti anlayışını zedeleyeceği ifade edildi. Bu durum her şeyden önce yargıyı yıpratacağına işaret edilerek, en başta yargı mensuplarının bu sonucu doğuracak söylem ve eylemlerden kaçınmaları gerektiği kaydedildi.
Yargının siyasallaşmasının, demokratik siyasetin alanının daraltılması sonucunu doğuracağı belirtilen savunmada, şu ifadeler yer aldı:
''Siyasi muhalefet görevinin açık ya da örtülü şekilde yargı tarafından üstlenildiği, yargının siyasete müdahale ettiği ve siyaseten alınması gereken kararları almaya başladığı ülkelerde demokrasi büyük bir tehdit altındadır. Siyasetin yargısallaşması olarak bilinen bu durum, demokratik rejimi 'hakimler yönetimi' anlamına gelen jüristokratik bir rejime dönüştürecektir. Bu nedenlerle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı dahil, tüm yargı kurumlarının demokratik bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimize 'hakimler yönetimi' görüntüsü verecek her türlü girişimden kaçınması gerekmektedir.''

-YENİ ANAYASA ÇALIŞMALARI-

İddianamenin dili incelendiğinde, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerin alanına giren kavramların ''rastgele'' ve çoğu kez de ''yanlış'' şekilde kullanıldığı öne sürülen ön savunmada, buna örnek olarak ''çoğunlukçu'', ''çoğulcu'' demokrasi, ''pozitif ayrımcılık'' kavramlarının kullanımı gösterildi.
İddianamede, AK Parti'nin ''toplumu İslam devletine dönüştürecek proje'' sahibi olmakla suçlandığı anımsatılan ön savunmada, bunun sadece hukuken değil, siyasi açıdan bile ifade edilemeyecek bir iddia olduğu kaydedildi.
''İddianamede, AK Parti'ye hiçbir zaman isnat edilemeyecek sözde bir 'siyasal İslam projesi' ile yeni anayasa çalışmaları arasında bağ kurulması ise tümüyle dayanaksızdır'' denilen ön savunmada, yeni bir anayasa yapılması gerektiğinin, ülkedeki pek çok siyasetçinin, hukuk kurumunun, akademisyenlerin, sendikaların ve partilerin ortak kanaati olduğu vurgulandı.
Bazı akademisyenler tarafından hazırlanan ancak parti tarafından son şekli verilmeyen söz konusu Anayasa taslağında laiklik ilkesinin mevcut Anayasa'ya göre daha da güçlendirildiği belirtilen savunmada, şöyle denildi:
''Cumhuriyetin temel ilkelerini aynen muhafaza eden hatta pekiştiren bu anayasa taslağını 'toplumu İslam devletine dönüştürecek proje'nin bir parçası olarak takdim etmek, akılla, mantıkla ve iyi niyetle bağdaşmaz. AK Parti'nin anayasa taslağı hazırlama çabalarının gizli bir niyetin ifadesi olarak okunması, hukuk gibi maddi dayanaklarla işleyen bir sistem açısından kabul edilemez.
Sonuç olarak, 'kökten dinci', 'karşı devrimci', 'siyasal İslam', 'ılımlı İslam', 'aydınlanma felsefesi', 'küreselleşmenin merkez güçleri' ve 'Büyük Orta Doğu Projesi (BOP)' gibi teorik siyasi tartışmalarda kullanılabilecek kavramların bir iddianamede yer alması, bu davanın hukuki değil, siyasi mülahazalarla açıldığı yönündeki kuşkuları beslemektedir.''
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 12 Şubat 2008'deki grup toplantısında ana muhalefet liderine cevap olarak söylediği, ''İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız...'' şeklindeki sözlerinin iddianamede yer almasının da bu kuşkuyu artırdığı savunuldu.
Ön savunmada, ''İddianameye göre, Başbakan kefen veya idam gömleğiyle özdeşleşen 'beyaz çarşaf' betimlemesiyle devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda neleri göze aldığını vurgulamış, ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür. Oysa Başbakan'ın bu sözlerle Başsavcı'nın iddia ettiği gibi toplumu dönüştürme uğruna değil, milli iradenin üstünlüğünü ve demokrasiyi koruma uğruna ölümü göze aldığını anlatmak istediği çok açıktır ve takdir edilmesi gereken bir cesaret örneğidir'' denildi.
Başsavcının, bu sözleriyle ''kamu adına hareket etmesi gereken tarafsız bir hukuk adamı kimliğini bir kenara bıraktığı ve söz konusu polemikte muhalefetin diliyle konuşan siyasi bir kimliğe büründüğü'' öne sürülen savunmada, şu görüşler yer aldı:
''Parlamento içinde ve dışında bazılarının sürekli biçimde partimizi 1957 sonrasının Demokrat Partiye, Başbakan'ı da Adnan Menderes'e benzettiği ve onların sonu ile tehdit ettikleri herkesin malumudur. Bu benzetmeler ve tehditler karşısında 'Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz' diyerek kendisini savunan bir siyasi liderin sözlerini 'halkın bir kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavır' olarak göstermek, açıkça bir siyasi tavrın ve siyaseten taraf olmanın işaretidir.
27 Mayıs darbesini yücelten, Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamını 'halkın coşkuyla karşıladığını' söyleyenlerin ve bu yolla bugün yeni 27 Mayıslara davetiye çıkaranların bulunduğu bir siyasi ortamda, demokrasiye olan inancı cesaretle ve kararlılıkla ifade etmenin hangi mantıkla kınandığını anlamak imkansızdır. İddianamedeki bu kınama, diğer siyasi imalarla birleşince daha da anlamlı hale gelmektedir. İddianamenin, bir zamanlar Demokrat Parti'ye yöneltilen, 'karşı devrimci', 'çoğunlukçu' ve 'Laik Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına girişmiş' gibi ithamları bu kez partimize yöneltmesi, söz konusu siyasi kampanyaya bir destek niteliğindedir. Sadece bu bile, iddianamenin hukuki değil tamamen siyasi bir metin olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu siyasi tavır karşısında AK Parti olarak bizim konumumuz değişmemiştir. Tüm korkutma, tehdit ve sindirme girişimlerine karşı diyoruz ki; bu topraklarda demokrasinin kökleşmesi, devletimizin güçlenmesi, millet iradesinin yüceltilmesi, insan hakları standardının yükseltilmesi, milletimizin refah, huzur ve özgürlük içerisinde yaşaması için elimizden gelen her şeyi yaptık, yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.''

"ÖZENSİZ VE DÜZENSİZ BİR ŞEKİLDE KALEME ALINMIŞ"

Ön savunmada, parti hakkında düzenlenen iddianamenin ''çok özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alındığı'', ''tam bir totoloji abidesi'' olduğu ileri sürüldü.
Anayasa Mahkemesi'ne sunulan ön savunmada, ''İddianame Yanlış Bilgiler, Çarpıtmalar ve Kurgulamalardan Oluşmaktadır'' başlığını taşıyan 4. bölümünde, ''Partimiz hakkında düzenlenen iddianame baştan sona okunduğunda ilk göze çarpan hususun, çok özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınmış olmasıdır'' denildi.
İddianamenin, ''büyük bir kısmının doğruluğu araştırılmadan gazete kupürlerine dayanılarak hazırlandığı'' öne sürülen savunmada, şöyle denildi:
''İddianame, düzeltmeler, açılan davalar ve mahkeme ilamları dikkate alınmadan, televizyon programlarında yapılan tartışmaların kayıtlarına bakılmadan, günlük gazetelerde çoğu kez çarpıtılarak verilmiş haberler ve köşe yazarlarının kasıtlı yorumları 'makaslama' ve 'cımbızlama' yöntemiyle delil hanesine konularak kaleme alınmıştır. Böylece klasörleri dolduran deliller ile desteklenen bir iddianame görüntüsü verilmeye çalışılmıştır.
İddianamede bir kısmını aşağıda belirttiğimiz çok sayıda kendi içerisinde çelişkili, gerçeklikten uzak, mesnetsiz ve hukuken yanlış ifadeler bulunmaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı gibi bir merci tarafından hazırlanan bir iddianamede bu kadar fazla tahrifat, çarpıtma ve fahiş hataların bulunması, partimize karşı ciddi bir önyargı ve kuşku beslendiği ve ele geçen her türlü haber ve rivayetin doğruluğu araştırılmadan 'delil' adı altında bir araya toplandığı intibaını vermektedir.
İddianame aynı zamanda tam bir  ''totoloji'' abidesidir. Gerçekten de, aynı sözlerin birkaç kez tekrarlanması suretiyle iddianame şişirilmiştir. Bu yöntemle eylemler ve söylemler abartılarak, Anayasanın 'odak' olmada aradığı 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartlarının gerçekleşmiş olduğu izlenimi verilmek istenmiştir.''
Başbakan Erdoğan'ın, New Straits Times'a verdiği mülakatın ''tahrif edildiği'' ifade edilerek, Başbakan'a atfedilen 'Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir'' sözünün, ''iddianamedeki çarpıtmalara dayalı kurgulamanın tipik bir örneği'' olduğu savunuldu.
Başbakan'ın Malezya'da yayınlanan New Straits Times adlı gazeteye verdiği mülakatın, söz konusu gazetede İngilizce'ye çevrilerek yayınlandığı kaydedilen savunmada, Erdoğan'ın 'İslam devleti' anlamına gelebilecek hiçbir sözünün bulunmadığı ifade edildi.
İngilizce haber ve yorumlarından, ''ön yargılı bir şekilde aynen aktarılmak suretiyle 'Ek' olarak sunulmasının, AK Parti hakkında hakkında 'delil' oluşturma çabasının ne boyutlara ulaştığını açıkça gösterdiğinin'' savunulduğu metinde, ''Bu sözde (delil) oluşturma sürecine bazı gazete ve gazetecilerin de katkıda bulunma gayreti içinde oldukları anlaşılmaktadır'' ifadesine yer verildi.

-''HALKININ YÜZDE 99'U MÜSLÜMAN OLAN TÜRKİYE'DE...''-

Savunmada, Başbakan Erdoğan'ın ''Halkının yüzde 99'u Müslüman olan Türkiye'de şunu unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam devleti olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa bunu çok iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına bakacağız. Ben teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet ediyorum'' şeklindeki açıklamasına da yer verildi.
Başbakan'ın bu açıklamalarının, ''laikliğe aykırı olmak bir yana, medeniyetlerin uyumuna vurgu yapmak suretiyle, dinlerin çatışma ve gerginlik yerine toplumlar arasında barışa ve uyuma katkı yapabilecek biçimde yorumlanabileceğine ve Türkiye'nin de modern bir İslam ülkesi olarak bunu başarabildiğine işaret ettiği'' görüşü savunuldu.

-BÜLENT ARINÇ-

Basında yer alan haberlerin ''doğrulanmadan delil olarak kullanıldığı'' kaydedilen savunmada, şöyle denildi:
''İddianamede, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç'ın 'laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri' arasında, 'Başkanlığını yaptığı TBMM'nin mescidinde Kuran kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı' şeklinde bir ifadeye de yer verilmiştir.
Başsavcılık konuyla ilgili biraz araştırma yapmış olsaydı, bu haberin tamamen düzmece olduğunu öğrenebilirdi. Nitekim bu konuda CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar tarafından TBMM Başkanı Bülent Arınç'a yöneltilen 'TBMM kampusü içindeki mescitte Kur'an Kursu açılıp açılmadığı' şeklinde bir soru önergesi üzerine mesele aydınlatılmıştır. Bu soruya verilen 3.7.2005 tarihli cevapta Mecliste Kur'an Kursu açılmadığı, kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtilmiştir.  (Ek 21)
İddianamede Anayasa'nın 90'ıncı maddesinin son fıkrası tırnak içinde aynen aktarılmasına rağmen dili değiştirilmiştir. Son fıkra şöyle alıntılanmıştır: 'yöntemince yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır'. (s.9). Halbuki, Anayasanın 90'ıncı maddesinin son fıkrasının son cümlesi şu şekildedir: 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletler arası andlaşma hükümleri esas alınır.'

-''BENZER YANLIŞLIK''-

''Benzer bir yanlışlığın, Anayasa'nın 69'uncu maddesinin altıncı fıkrası aktarılırken de yapıldığı'' ifade edilen savunmada, Anayasadan aynen alıntı yapılmadan kullanılan terim ve kavramların kişisel tercihin yansıması olarak kabul edilebileceği görüşü savunuldu.
Hiç kimsenin Anayasa'nın dilini beğenme mecburiyeti olmadığı, ancak TBMM dışında hiçbir kişi veya kurumun Anayasa'nın dilini değiştirmeye kalkışma yetkisi de olmadığı kaydedildi.
''İktidar partisinin, Anayasa'ya aykırı fiillerin odağı haline geldiğini ileri süren bir iddianamenin en azından Anayasa'nın diline sadık kalmasının beklendiği'' ifade edilen savunmada, şöyle denildi:
''İddianameye göre, 'Anayasanın 10 ve 42'inci maddelerinde değişiklik yapan yasanın iptali için Ana Muhalefet Partisi 27.02.2008 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuştur'. Bu ifade hem hukuki hem de olgusal olarak yanlıştır. Anayasanın 148'inci maddesine göre, anamuhalefet partisinin Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların şekil bakımından denetlenmesi için Anayasa Mahkemesine başvurma yetkisi yoktur. Bu yetki, Cumhurbaşkanı'na ve TBMM üyelerinin beşte birine aittir. Bilindiği gibi, mevcut anamuhalefet partisinin milletvekili sayısı tek başına böyle bir başvuru için yeterli değildir. Nitekim söz konusu kanunun iptali için bağımsız ve bazı muhalefet partilerine mensup milletvekilleri birlikte başvuruda bulunmuştur.''

-CEMAAT KAVRAMI-

İddianamede, 13 Haziran 2006 tarihinde 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 'Mükellefler' başlıklı 2. maddesinin beşinci fıkrası ile 'Dernek veya Vakıflara ait İktisadî İşletmeler: Dernek veya vakıflara ait veya bağlı olup faaliyetleri devamlı bulunan ve bu maddenin birinci ve ikinci fıkraları dışında kalan ticarî, sınaî ve ziraî işletmeler ile benzer nitelikteki yabancı işletmeler, dernek veya vakıfların iktisadî işletmeleridir. Bu Kanunun uygulanmasında sendikalar dernek; cemaatler ise vakıf sayılır' hükmünün getirilerek, cemaat kavramının yasalara girdiğinin ileri sürüldüğü kaydedildi.
Bu hükmün de 'laiklik karşıtı eylemler' arasında sayıldığı ifade edilen savunmada, 'cemaat' kavramının, yasalara ilk defa girmediği savunuldu.

-İBADET MEKANI DÜZENLEMESİ-

Hastalar için 'ibadet mekanı düzenlemesiyle' ilgili iddialara yanıt olarak da savunmada şu görüşlere yer verildi:
''İddianamede, Sağlık Bakanlığı'nca hazırlanan, Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı'nın 113. maddesinde birinci basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü'  belirtilmekte ve bunun iktidarın laiklik ilkesine aykırı bir eylemi olduğu ileri sürülmektedir.
Söz konusu yönetmelik taslağının 113. maddesinde, 'Sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri uygun mekânlar ayrılır' şeklinde bir hükmün olduğu doğrudur. Ancak, bunun laiklik ilkesine aykırı olduğunu söylemek için hasta hakları konusundaki ulusal ve uluslararası düzenlemelerden habersiz olmak gerekir. Üstelik bundan haberdar olabilmek için çok fazla araştırma yapmaya da gerek yoktur. Taslak yönetmeliğin 'laikliğe aykırı' olduğu ileri sürülen aynı maddesinin ikinci fıkrasında atıf yapılan ve on yıldır yürürlükte bulunan Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38'inci maddesine bakmak yeterlidir.''
Savunmada, hasta haklarına ilişkin AK Parti'ye yöneltilen bu suçlamanın, ''iddianamenin temel sorunlarından birinin iddialarla ilgili ulusal ve uluslararası hukuki düzenlemeler ve etik standartlar araştırılmadan kaleme alındığını'' gösterdiği belirtildi.

-KADROLAŞMA İDDİALARI-

''AK Parti'nin kadrolaştığı iddialarının da mesnetsiz olduğu'' kaydedilen savunmada, şu görüşlere yer verildi:
''İddianamede yer verilen Hükümetimiz dönemindeki kadrolaşma iddiaları kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Kadrolaşma suçlaması yapılırken, hiçbir somut delil ortaya konulamamıştır. Kimler, nereye ve niçin atanmıştır? Bu atananların laiklikle ilgili sorunları nedir ve hangi nitelikleri sebebiyle suçlanmaktadır? Bu soruların cevapları iddianamede yoktur. Kişileri hiçbir somut delil göstermeden suçlamak, hukuk devleti anlayışına ve hukuk etiğine uygun düşmemektedir.
Diğer taraftan, bütün atamalar için mevzuat gereği Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü tarafından inceleme ve güvenlik soruşturması yapılmaktadır.
İktidarımız döneminde göreve atanan personel için gerekli güvenlik soruşturmaları yapılmış olup, özellikle üçlü kararname ile atanan personelin kararları, Başsavcıyı da göreve getiren zamanın Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmıştır.
Ayrıca, tüm bu atamalar idari yargı denetimine tabi olduğundan, Anayasa veya yasalara aykırı işlemlerin yargı tarafından iptal edilmesi yolu her zaman açıktır. Hal böyleyken, yasalara tamamen uygun bir şekilde yapılan, tarafsız Cumhurbaşkanının onayladığı ve birçoğu yargı denetiminden geçmiş olan atamaları belli bir amaca matuf 'kadrolaşma' olarak sunmak, hukuk devleti anlayışı ve iyi niyetle bağdaşmamaktadır.''

-''DEVLET KADROLARININ İSLAMİ BİR YAPIYA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ''-

Diğer yandan, iddianamedeki, ''devlet kadrolarının (İslami bir yapıya dönüştürülmesi) sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda görev yapan çok sayıda memurun, diğer kurumlar yanı sıra hastane yöneticiliğinde görevlendirildiği'' iddiasının da, diğerleri gibi ''asılsız'' olduğu savunularak, şu görüşlere yer verildi:
''Şöyle ki: Başka kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan personelin Sağlık Bakanlığına nakilleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kurumlar arası nakli düzenleyen 74'üncü maddesinin birinci fıkrasının Memurların bu Kanuna tabi kurumlar arasında, kurumların muvafakatı ile kazanılmış hak dereceleri üzerinden veya 68'inci maddedeki esaslar çerçevesinde derece yükselmesi suretiyle, bulundukları sınıftan veya öğrenim durumları itibariyle girebilecekleri sınıftan, bir kadroya nakilleri mümkündür' hükmü çerçevesinde gerçekleştirilmektedir.''

-DİSİPLİN SORUŞTURMASI AÇILAN PARTİLİLERİN BEYANLARI-

Hakkında disiplin soruşturması açılan partililerin beyanlarının delil olarak iddianameye konulmasına yönelik yapılan savunmada da, ''partimizin bazı üyelerle ilgili olarak parti tüzüğü uyarınca yaptığı disiplin soruşturmalarının görmezlikten gelinerek, hakkında soruşturma işlemi yapılan parti üyelerinin beyanlarının da delil olarak sunulması bir tutarsızlık ve ön yargının bulunduğunu göstermektedir'' denildi.
İddianamede AK Parti'li bazı milletvekillerinin, başörtüsünün kamu görevlileri için de serbest olması gerektiği yönündeki ve başka konulardaki kişisel beyanlarının, parti aleyhine delil olarak sunulduğu belirtilerek, buna karşılık savunmada şöyle denildi:
''Halbuki partimiz bu tür kişisel görüşleri benimsemediğini kamuoyuna açıklamakla yetinmemiş, parti politikalarına aykırı bu konuşmaları yapanlar hakkında disiplin soruşturması yapmış ve ceza vermiştir.
Normalde düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunan bu sözler hakkında bile disiplin soruşturması açmamız, parti olarak bu konularda ne kadar hassas olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla bu kişiler hakkında partimizin disiplin soruşturması başlattığı kamuoyuna açıklandığı ve basın ve yayın organlarında da yer aldığı halde, bu sözlerin partimiz hakkında delil olarak sunulması iyi niyetle bağdaşmayan bir tutumdur.''

-TEKZİP EDİLEN KONUŞMALAR-

Tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmalara da iddianamede yer verildiği savunulurken, daha sonra tekzip edilen parti üyelerine ait beyanların da delil olarak kullanıldığı kaydedildi.
''Halbuki, kamu adına hareket eden iddia makamının iddianamesini gazete kupürlerine dayandırırken, bu haberlerle ilgili tekziplerin olup olmadığını da araştırması gerektiği'' görüşü ifade edilen AK Parti savunmasında, ''Ayrıca aynı haber birden fazla basın ve yayın organında birbirinden farklı şekillerde yer almış olmasına rağmen, iddianamede bunlardan sadece maksada uygun olduğu düşünülenlerin alınması da objektiflikten uzaklaşıldığını göstermektedir'' denildi.

-PARTİ ÜYELERİNİN SÖYLEM VE EYLEMLERİ-

Parti yetkililerinin benimsemediği ifadeler ve faaliyetlerin odak olmada delil olarak kullanıldığı belirtilirken, iddianamede, parti yetkililerinin desteklemediği konuşmaların delil olarak sunulduğu kaydedildi.
Parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin, kapatma davasında, ilgili siyasi parti açısından odak olmada kullanılabilmesi için parti yetkililerinin bunları benimsemesinin şart olduğu görüşünün dile getirildiği savunmada, ''İddianamede, parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin parti yetkilileri tarafından benimsendiğine dair en küçük bir delil sunulamamıştır. Hatta, parti yetkilileri tarafından açıkça reddedilen sözler bile deliller arasında sayılmıştır'' denilerek, bazı örnekler verildi.

-CUMHURBAŞKANI'NIN KONUMU-

Ön savunmada, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, eskiden üyesi olduğu partinin kapatılması sürecine dahil edilmesinin ve hakkında beş yıllık parti yasağı talep edilmesinin Anayasa'ya açıkça aykırı olduğu belirtilerek, ''Meclis Başkanının açıklamalarından üye olduğu partiyi sorumlu tutmak da mümkün değildir'' denildi.
Ön savunmada, AK Parti'nin kapatılması için gerekçe gösterilen, dinin toplumdaki yeri, başörtüsü serbestisi, imam-hatipler gibi konularda yapılan açıklamaların benzeri hatta çok daha radikal sayılabilecek beyanların farklı siyasi liderlerce de defalarca kamuoyuyla paylaşıldığı ifade edilerek, bunlara örnekler verildi.
İddianamede, parti yetkililerinin 15 yaş altındaki çocukların Kur'an eğitimi alması gerektiğine dair sözlerinin laikliğe aykırı olarak nitelendirildiği kaydedilen ön savunmada, öncelikle, bu yöndeki sözlerin de başörtüsü konusunda olduğu gibi ifade özgürlüğü kapsamında olduğu ifade edildi.
Çocukların din eğitimi özgürlüğü, Türkiye'nin taraf olduğu AİHM ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi tarafından güvence altına alındığı belirtilen ön savunmada, meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının kaldırılmasını savunmanın laikliğe aykırı olmadığı görüşüne yer verildi. Ön savunmada, kastedilen katsayı meselesinin, sadece imam hatip liselerini değil, tüm meslek liselerini ilgilendiren bir konu olduğu anlatıldı. İddianamede yer alan konuşmaların çok büyük bir kısmında da bu durumun açıkça ifade edildiği kaydedilen ön savunmada, ''Ülkemizde mesleki ve teknik eğitim sistemini çökerten katsayı uygulamasını değiştirmeye çalışmanın laiklikle ilişkilendirilerek bir siyasi partinin kapatılmasına gerekçe gösterilmesi, hukukla ve eğitimde fırsat eşitliğiyle bağdaşır bir yaklaşım değildir'' ifadesine yer verildi.
Bazı AK Parti mensupları tarafından dile getirilen katsayı eleştirilerinden ''laiklik karşıtı odak'' olmakla ilgili sonuca varmanın, son derece yanlış olduğu savunuldu.
Ön savunmada, hükümetin fakir öğrencilerin devletçe özel okullarda okutulması girişiminin laiklikle hiçbir ilgisi bulunmadığı, sosyal devlet ilkesinin bir gereği olduğu ifade edildi.

-YASAMA SORUMSUZLUĞU-

Ön savunmada, yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan beyanları nedeniyle milletvekillerinin Anayasa'nın açık hükmü ile mutlak olarak sorumsuz kabul edilmesi karşısında, bunlardan dolayı beş yıllık parti yasağı ve milletvekilliğinin düşmesi gibi yaptırımların uygulanmasının istenmesinin Anayasa'nın 83. maddesinin amacıyla bağdaşmayacağı belirtildi.
Yasama sorumsuzluğunun, ''milletvekillerinin yasama faaliyetlerini yürütürken açıkladıkları düşüncelerinden ve verdikleri oylardan dolayı sorumlu tutulmamalarını'' ifade ettiği kaydedilerek, ''Kaldı ki iddianamede partimiz milletvekillerine atfen yer verilen beyanların tamamı yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek şekilde ifade özgürlüğü kapsamındadır'' denildi.

-''PARTİ KURULMADAN ÖNCE SÖYLENEN SÖZLER PARTİYİ BAĞLAMAZ''-

''AK Parti'nin kurulmasından önceki dönemlere ait açıklamalara da iddianamede yer verilmesi bir diğer hukuk garabetidir'' görüşüne yer verilen ön savunmada, bu açıklamaların laikliğe aykırı olup olmadığı sorunu bir yana, kapatma davasına konu edilen partiyi bağladığının da ileri sürülemeyeceği savunuldu.
Bir siyasi partiye isnat edilebilecek söz ve eylemlerin, zorunlu olarak bu siyasi partinin kurulduğu tarihten sonraki döneme ait olması gerektiği belirtilen ön savunmada, bir partinin kurulmasından yıllar önce yapılmış açıklamaların bu partiye isnat edilmesi ve partinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanılmak istenmesinin ''sorumluluk hukuku''na ve hukuk devletinin unsurlarından olan ''hukuki güvenlik'' ilkesine açıkça aykırı olduğu kaydedildi.
İddianamedeki bu yaklaşımın ''siyaset kurumunun ve siyasetçilerin üzerinde, adeta beşikten mezara kadar süren bir sorumlu tutma zihniyetini yansıttığı'' ifade edilen ön savunmada, ''Siyasi parti kurulmadan önce yapılan konuşmaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğu da bir gerçek'' denildi.
Ön savunmada, iddianamede, kamu görevlilerinin fiillerinden dolayı da AK Parti'nin sorumlu gösterildiği belirtilerek, parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan ve eylemlerinden dolayı iktidarda olsalar bile, parti ya da partililerin sorumlu tutulamayacağı kaydedildi.

-''TARAFSIZ CUMHURBAŞKANI SİYASİ PARTİ DAVASINA DAHİL EDİLEMEZ''-

Ön savunmanın, Cumhurbaşkanı ile ilgili olan bölümünde özetle şöyle denildi:
''Türkiye'nin de aralarında bulunduğu parlamenter sistemlerde, devlet başkanının siyasi sorumluluğu yoktur. Siyasi sorumluluğu olmadığı için de Cumhurbaşkanının TBMM veya başka bir organ tarafından görevinden uzaklaştırılması mümkün değildir.
Anayasamızın bir bütün olarak anlamı, sistemin üzerine oturduğu ilkeler ve sorumsuzluk kuralı birlikte değerlendirildiğinde, görevde bulunan bir Cumhurbaşkanı için yaptırım istenmesini hukuki bir temele bağlamanın imkanı yoktur.
Cumhurbaşkanının eskiden üyesi olduğu partinin kapatılması sürecine dahil edilmesi ve hakkında beş yıllık parti yasağı talep edilmesi Anayasa'ya açıkça aykırıdır. Kaldı ki iddianamede Abdullah Gül'e atfedilen eylem ve beyanların laiklikle de hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
İddianamede yer verilen Cumhurbaşkanı'nın Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yaptığı konuşmaların, laikliğe aykırı olmak bir yana, tamamen özgürlükçü ve demokratik bir toplumun tesisini sağlamaya yönelik olduğu da açıktır.''

-''TBMM BAŞKANININ İFADELERİ DELİL OLARAK KULLANILAMAZ''-

Meclis başkanının tarafsız olup parti faaliyetlerine katılamadığı, kuşkusuz Meclis Başkanının bir partinin üyesi olabildiği, ancak konumu nedeniyle yaptığı konuşmaların partisi adına değil, kişisel olarak yapılmış sayıldığı ifade edilen ön savunmada, ''Bu nedenle Meclis Başkanı'nın açıklamalarından üye olduğu partiyi sorumlu tutmak mümkün değildir'' denildi.
Ön savunmada, şunlar kaydedildi:
''Kaldı ki eski Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın iddianamede laikliğe aykırı beyanlar olarak yer verilen açıklamaları laikliğe aykırı değildir ve ifade özgürlüğü kapsamındadır. Eski TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın bazı açıklamalarının tümü değil, bağlamından koparılarak sadece belli kısımları iddianameye alınmıştır.
İddianamede delil olarak sunulan konuşmalar, bütünlüğü bozularak, cımbızlama yöntemiyle, sadece iddia makamının argümanını desteklediği varsayılan bölümlere yer verilmiştir. Bu konuşmalar bütünlüğü içinde değerlendirilseydi böyle bir davanın hiç açılmaması gerekirdi. Partimiz mensuplarının değişik vesilelerle yaptıkları binlerce konuşmada olduğu gibi, iddianamedeki ifadelerin tamamı da Türkiye Cumhuriyeti'nin insan haklarına dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerini pekiştirme amacına yöneliktir.''

-'''ŞİDDET İHTİMALİ' İDDİASI TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR''-

İddianamedeki delillerden hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen zorlama ve art niyetli yorumlarla şiddetin bu sürecin içerisine sokuşturulmaya çalışıldığı belirtilen ön savunmada, AK Parti'yi şiddetle ilintili gösterme gayretinin akıl ve mantığın sınırlarını zorladığı ifade edildi.
Ön savunmada, ''İddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir'' denildi.
AK Parti hükümetlerinin izlediği dış politikanın da kapatmaya gerekçe olarak sunulmasının anlaşılır bir durum olmadığı, devletlerin dış politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasından, demokratik ülkelerin tamamında seçimle iş başına gelen siyasi iktidarların sorumlu olduğu kaydedilen ön savunmada, ''Hükümetlerin, başarısız dış politika tercih ve uygulamalarının hesabını da parlamentoya ve halka karşı vermek zorundadırlar. Ancak temel dış politika tercihlerinden dolayı bir iktidar partisinin suçl

Bu haber 478 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    8,683 µs