En Sıcak Konular

PROF.DR.EROL GÜNGÖR

24 Nisan 2008 21:17 tsi
PROF.DR.EROL GÜNGÖR Ünlü düşünür Kenneth Boulding’in “Altın Beyinli Adam” dediği,sosyal-psikolog,fikir adamı ve yazar, Erol Güngör, 24 Nisan 1983'de vefat etti.

Düşünce dünyasının en tartışmalı konularına kafa yoran, Türk milliyetçiliği içinde Ziya Gökalp-Mümtaz Turhan geleneğini bugüne taşıyan, üstadlarından devraldığı geleneği içinden çıktığı toplumun renkleriyle yoğuran Erol Güngör, 25 Kasım 1938'de Kırşehir'de doğdu.

İlk ve orta tahsilini burada tamamladı.Orta okul öğrencisiyken eski Türk
harflerini öğrendi.Liseyken Lütfi İkiz beyden Arapça dersleri aldı.Böylece
İslam-Türk kültür tarihinin ana eserlerini okudu.Taberi Tarihi'nin tamamına
yakınını ezberledi ve lise yıllarındaki bu durum hayatına yön verdi.Mahalli
bir gazetede takma adla yazılar yazdı.

1956'da Kırşehir Lisesi'ni bitirdikden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi'ne kaydoldu.Öğrencilik yıllarında devrin önemli ilim,fikir ve sanat
adamlarıyla tanıştı.Fethi Gemuhluoğlu tarafından Mümtaz Turhan'la tanıştı.
Mümtaz Turhan onu ilim adamı olarak yetiştirmek istedi.Bu teşvikle Hukuk
Fakültesinden ayrılıp İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne geçti.

Güngör,1975'de okuduğu fakülteye memur oldu.Yeni İstanbul Gazetesi'nde
müsahhih olarak çalışmaya başladı.Fransızca yanında İngilizceyi de
öğrendi.Misafir prefösör Hains'in laboratuvar asistanlığını yaptı ve deslerini
Türkçe'ye çevirdi.1961'de üniversiteden mezun oldu.Aynı yıl Prof.Dr.Mümtaz
Turhan'ın başkanı bulunduğu Tecrubi Psikoloji kürsüsüne asistan oldu.
Asistanlığı sırasında Türkiye'de yeni bir ilim dalı olan sosyal-psikolojiye
yöneldi.Bu disiplinin önemli eserlerinden Krech ve Crithfield'in Sosoyal
Psikoloji kitabını Türkçe'ye çevirdi.Akademik çalışmalarının yanısıra dergi
ve gazetelerde yazılar yazmaya devam etti.1965'de Kelami(Verbal)Yapılarda
Estetik Organizasyon adlı teziyle doktor oldu.1966'da ABD Colorado
Üniversitesinden tanınmış sosyal - psikolog Kenneth Hammond'un daveti
üzerine Amerika'ya gitti.Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsünde
milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı.1968'de yurda dönerek Tecrübi
Psikoloji kürsüsünde Sosyal-psikoloji ders ve seminerlerini yürüttü.
Şahıslararası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rölü konulu teziyle 1970 yılında
doçent oldu.

Erol Güngör üniversitede verdiği derslerle,ilmi yayınlarıyla Türkiye'de sosyal-
psikoloji dalını önemli önemli bir saha haline getirdi.Başbakanlık Planlama
Teşkilatı,Milli Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığının çeşitli komisyonlarında
vazife aldı.1978'de Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar adlı teziyle
sosyal-psikoloji profesörü oldu.1982'de Konya Selçuk Üniversitsi'ne
rektör tayin edildi ve bu görevi sırasında 24 Nisan 1983'de vefat etti.

ESERLERİ:

- Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak :

Bu eser, Prof. Dr. Erol Güngör'ün "Ahlâk Psikolojisi" (1974) ve "Sosyal
Ahlâk" (1975) konularında kaleme aldığı, bu güne kadar yayınlanmamış
iki eserinden meydana getirilmiştir.

-İslamın Bugünkü Meseleleri :

20. Asrın ikinci yarısında görülen İslâm Uyanışı dünyanın büyük
ilgisini çekmektedir. Bütün İslâm dünyasını incelemekle beraber,
Türkiye'ye ağırlık vermiştir.

- İslam Tasavvufunun Meseleleri :

Erol Güngör bu eserinde, sosyal ilimci gözüyle İslâm dünyasının tasavvufî meselelerini ele almaktadır.

- Türk Kültürü ve Milliyetçilik :

Yazar bu eserinde milliyetçilik ile Türk kültürü arasındaki münasebetlere sosyal-psikoloji açısından bakmaktadır.

- Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik :

Bu eserde kültür değişmeleri, zihniyetimizde meydana gelen değişmeler
ve milliyetçilik meseleleri arasındaki ilgiler üzerinde durulmuştur.

- Dünden Bugüne :

Milliyetçilik fikirlerinin temel kaynakları olan tarih ve kültür
meselelerini, sosyal ilimci gözüyle, tahlil etmekte ve okuyucunun
meselelere bakış açısı kazanmasını sağlamaktadır.

- Tarihte Türkler :

Bu eser sosyal ilimci gözüyle Türk tarihinin başlangıcsından günümüze bir tesbitidir.

-Sosyal Meseleler ve Aydınlar:

Erol Güngör'ün Ortadoğu ve Millet gazetelerinde neşredilenlerin haricindeki makalelerinin toplanmasıyla meydana getirilmiştir.

-Dünyayı Değiştiren Kitaplar:

Bu kitap batı dünyasının -ve dolayısıyla bütün dünyanın- bugünkü halini
almasında büyüktesirleri olmuş bulunan on altı eseri asıllarından ve
bütünüyle okuma imkanı bulamayanlar için tertiplenmiştir.

-Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme :

Bu eserde Avrupa düşüncesinde 1680-1715 tarihleri arasında yer alan köklü değişmesinin hikâyesini anlatıyor

*******

Türk Dili :

Bugün Türk denince Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve na dili Türkçe olan insanlar akla geliyor.Halbuki yeryüzünde ana dili Türkçe olup da bizim sınırlarımızın dışında yaşayan milyonlarca insan vardır.Demek ki, Türklerin bugünkü Türkiye' ye gelmeden önce de bir tarihleri vardı. Bu tarih boyunca çok çeşitli ülkelere yayılmışlar, oralarda devletler kurmuşlardı.Ancak bütün bu Türkler' in ortak ataları kimlerdi? İlk Türkler nerede yaşamışlar, sonra nerelere dağılmışlardı? Türk Dünyası denince hangi ülkeleri, hangi toplulukları anlamalıyız?

İlk Türkler, yani bizim en eski atalarımız bugün Orta Asya diye bilinen yerde, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında yaşıyorlardı. Tarih öncesi insanlar ve kültürlerle uğraşan bilim adamlarının ı bölgelerde yaptıkları kazılardan elde edilen bilgilere göre, Türkler beyaz ve geniş kafalı (brakisefal), orta boylu insanlardı. Burası Çin' le sınırdaş olan bir ülke idi; bu yüzden Türkler' in eski tarihlerine aid bilgilerin pekçoğunu Çin tarihinden öğreniyoruz.

Çin tarihleri Milat' tan önce 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi, dört bin yıllık bir tarihtir. Türk Dili' nin üç bin yıl öncesi bilinmiyor. Türkler o zamanlarda hem soy, hem dil bakımından yakın komşularından, yani Çinliler' den ve Moğollar' dan farklı idiler. Asıl geçim kaynakları hayvancılıktı. Bu yüzden hep hareket halinde bir hayat sürüyorlar, çok iyi at kullanıyorlardı. Son derece çevik süvari birlikleri sayesinde komşu ülkeler üzerinde hakimiyet kurabiliyorlardı.

Çin' de bile zaman zaman hükümdarlık, Türk ailelerin eline geçiyordu.Eski Çin tarihleri Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adlarını hep Çince yazdıkları için, bu isimlerin asıl Türkçe' deki karşılıklarını iyice bilmiyoruz. Bizim atalarımız o çağda "Türk" adıyla anılmıyordu. "Türk" kelimesi bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşirettin ayrı bir adı vardı.
Türk adı çeşitli Türk boylarından birinin adı idi. Bu kelimenin aslı "Türük" olup kuvvetli anlamına gelir. Milat' tan sonra Altıncı yüzyılda ana dili Türkçe olan bütün boyların herbiri değişik bir isimle anılmakla birlikte, bunların hepsine birden "Türk" denilmeye başlanmıştır. Demek ki en eski atalarımız aynı dili konuşmaları sayesinde bir tek millet olduklarını anlamışlar ve Türk Dili onların birlik sağlamalarında başlıca rolü oynamıştır. Bugün biz de Türkçemiz sayesinde hepimizin aynı milletin çoçukları, yani kardeş olduğumuzu anlıyoruz.

Dilimizin tarihi, milletimizin tarihi kadar eskidir. Türkçe dünyadaki çeşitli dil gurupları arasında Ural-Altay dil gurubunun Altay Dilleri' nden biridir. Finliler' in ve Macarlar' ın dili Ural Dillerindendir. Altay Dilleri arasında ise Türkçe ile birlikte Moğol, Mançur ve Kore dilleri vardır. Türkler soy bakımından Moğollar' dan ve Koreliler' den ayrıdır ama dilleri onlarınkiyle aynı kökten çıkmıştır. Bu diller sonradan birbirinden iyice ayrılmış aralarında sadece eski bir akrabalık kalmıştır.

Bugün Ural- Altay adı altında anılan milletler ve diller Turan kavimleri ve Turan dilleri diye de anılır.Eski İranlılar Türkler' in yaşadıkları ülkelere "Turan" adını veriyorlardı. Meşhur İran şairi Firdevsi' nin Şeh-name adlı kitapta sözü edilen Turan kavimlerinin sakalar (veya İskitler) olduğu sanılmaktadır. Turan hükümdarı Afrasiyab' ın ise Alp Er Tunga olduğunu söyleyenler vardır. Sakalar' ın Türk olup olmadıklarını iyi bilmiyoruz. Saka Devleti, belki Türkler' in hakim oldukları ama içinde birçok yabancı kavimlerin de bulunduğu bir devlettir.

NOT: Bazı araştırmalara göre "Türk" kelimesi, "Töre" kelimesinden türetilmiş bir kelimedir ki, "Törük' ten bozularak "Türk" haline gelmiştir. "Törük", "Töreli, Töre sahibi" demektir. Eski Türklerde Töre, kaynağını "Türk Dini" diyebileceğimiz eski Türk inanç ve telakkilerinden alan topluluk hayatını tanzim eden hukuk normlarından ibarettir. Hükümdarlar siyasi iktidarlarını (kut' larını) işte bu hukuk çerçevesinde kullanabilirler, tabii birbirleriyle ve devletle olan münasebetlerini yine bu hukuk çerçevesinde tanzim ederlerdi.

Buna uyanlar "Törük" (yani Töreli), uymayanlar ise "Kazak" (yani asi, töreden çıkmış) olurlardı. "Türk" ün kuvvetli manasına gelmesi de, herhalde Töre çerçevesinde sağlanan "birlik" le ilgili olmalıdır. Nitekim "Birik kuvvettir" anlayışı tarih boyunca her devirde Türk devletleri ve toplulukları için geçerli olmuş bir anlayıştır.

Tarihte Türkler-Prof.Dr. Erol Güngör,Sayfa:11,12,13

******

Milliyetçilik  ve  Medeniyetçilik:

Fikir hayatımızın temel taşlarından biri olan Prof. Erol Güngör Milliyetçilik kavramına bakışını şöyle özetliyordu

Milliyetçilerin millî kültür dâvası karşısında başlıca iki iddia bulunuyor. Bunlardan birincisine göre millî kültürler insanlık âlemi içindeki birliği ve bütünlüğü bozmakta veya böyle bir birliğe engel olmaktadır. İnsanlar ve cemiyetler arasındaki ayrılıkları en aza indirmek veya ortadan kaldırmak yerine, bu ayrılıkları teşvik edersek milletler için saadet yerine felâket hazırlamış oluruz. İnsanların ve medeniyetlerin ölümüne yol açan harplar de hep bu farklılaşmaların nedicesi olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların kaynaşması herşeyden önce kültürlerin kaynaşmasını ve bütün dünyanın tek bir medeniyet içine girmesini gerektirir. Bu bakımdan milliyetçilik birleştirici değil, ayırıcı bir harekettir ve her ayırıcılık hareketi içinde bir düşmanlık tohumu gizlidir.

İkinci iddia yukarıdaki gibi bir kıymet hükmünden ziyade bir vakıaya dayanmaktadır. Hepimizin bildiği gibi Batı medeniyeti bugün süratle bütün dünyayı kaplıyor ve mahallî farkları ortadan silecek kadar güçlü görünüyor. Bu durumda millî kültürlerin varlığını muhafaza etmek veya geliştirmek boşuna bir gayretten ibaret kalır. Savaş meydanında barış konuşması yapmaya kalkışmak veya tehlikeyi görmemek için baş çevirmek ne kadar gerçek dışı bir haraketse, Batı medeniyetinin her şeyi kavrayan gücüne karşı küçük mukavemet noktaları kurmaya girişmek de o kadar gerçek dışıdır.

Yanlış telakkiler

Bu iddiaların her ikisi de milliyetçilik hakkındaki yanlış telâkkilerden doğmaktadır. Bugünkü Batı dünyası, bilhassa Amerikalıların tesirinde olmak üzere milliyetçilik denince daha çok faşizm ve nazizmi anlamaktadır. Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısiyle ırkçılğı, halka dayanan bir siyasî hareket olarak da otoriter idare sistemlerine reddeder. Bu bakımdan faşizm örneğine bakarak milliyetçiliği değerlendirmek herşeyden önce yanlış misalden hareket etmek olur. Fakat biz burada daha çok yukarıdaki iddiaların kültür ve medeniyet münasebetleri bakımından ifade ettiği yanlışlar üzerinde durmak istiyoruz. Milliyetçilik kitabı ve peygamberi bulunan bir doktrin olmadığı için ona karşı genel itirazlarda bulunmak doğru değildir. Millî kudretin geliştirilmesi bir memlekette istilâcı bir politikaya imkân verebilir, bir başka memlekette bağımsızlık hareketi halinde inkişaf edebilir, bir başka yerde bir kültür ve medeniyethareketi halini alabilir. Yunan milliyetçiliğinde kilise büyük bir rol oynamıştır, bugünkü Arap milliyetçiliği dini ikinci plâna atarak Arap dili ve sosyalizme dayanan birliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde eski sömürgecilere karşı düşmanlık millî hareketin esas itici gücünü teşkil ediyor, eski kudretine kavuşmak isteyen küçük devletlerde ise millî kültür ve tarih şuuru bu gücü veriyor. Bütün bu milliyetçilik hareketlerini bir tek örneğe bakarak toptan red veya kabul etmek elbette yanlış olur. Biz bu yanlışlığı kolaylıkla görebiliyoruz, ama modern medeniyet karşısında millî kültür dâvasını sağlam ölçü ve prensiplere bağlamakta çok güçlük çekiyoruz. Acaba millî kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için bir kayıp mı, yoksa kazanç mıdır? Milliyetçiler bu hareketleriyle medeniyet dışında kalma gayreti mi gösteriyorlar?

Taklitçilik kültürü

Kültürlerin yayılışında da siyasî otorite derecelerine benzeyen çeşitli sahaları vardır. Ayrıca kültür değişmesi teknolojik gelişmeye nisbetle çok yavaş olduğu için zamanımızın imkânları bile bu durumu eskiye nisbetle çok değiştirmiş sayılmaz. Bir kültür kendi kaynağında ne kadar canlı ve güçlü olursa olsun, kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybeder ve çok defa basit bir taklid konusu haline gelir.

Batıyı örnek alan ülkelerdeki taklidçilik salgınının başlıca sebeplerinden biri de budur. Kültürün uzaklaştıkça zaayıflaması ve hattâ dejenere olması elbette ki koşan bir insanın mesafe aldıkça yorulmasına veya televizyon görüntülerinin uzaklarda daha bulanık hâle gelmesine benzer bir hâdise değildir. Kültürün kaynağına en yakın olan bölgeler çok defa birbirine daha çok benzeyen sosyal çevrelerden meydana gelmiştir; bu yüzden kültür unsurları birbirine yakın cemeyitlerin bünyelerine de aynı derecede intibak eder. Bütün icadların anavatanı sayılan Çin medeniyeti binlerce yıl kirpi gibi kendi içine kıvrılmış ve minyatür medeniyeti halinde kalmıştır. Kaldı ki oradaki medeniyet bile büyük Çin kıtası içindeki mahallî alışverişlere çok şey borçluydu. Mısır, eski Yunan, Roma, İslâm ve nihayet Avrupa medeniyetleri kültür karşılaşmalarının en kesif olduğu zamanlara rastlar. Nitekim bu yüzden İslâm medeniyetinin gerileyişini bütün yükün sadece Osmanlı Türklerinde kalması ve Türk kültüründen başka bu medeniyeti destekleyecek kaynak bulunmamasıyla izah edenler vardır. Batı medeniyeti de herhangi bir milletin eseri değil, fakat Batı kültürlerinin ortak mahsülü olarak doğmuştur.  Fakat bugün yeni medeniyetin geliştirdiği teknoloji bütün dünyayı sararak yerli kültürlerin mevcut varlığıyla birlikte potansiyelini de ortadan kaldırmağa yönelmiş bulunuyor. Biz bugün batılılaşma hareketleri arttıkça dünyanın daha ileri bir seviyeye ulaşacağını düşünerek bu türlü gayretleri memnuniyetle karşılıyoruz, fakat bu medeniyetin dünyaya süratle yayılması sonunda yerli kültürlerin kaybolan potansiyelini hiç hesaba katmıyoruz.

Türk Kültürü ve Milliyetçilik - Erol Güngör

*****

Teknoloji ve Kültür Değişmesi : 

Teknolojideki değişmelerin insanların davranış ve düşüncelerinde birçok değişmelere yol açması, artık ders kitaplarının standart bilgisi haline gelecek kadar harcıâlem olmuştur. Her şeyden önce, teknolojik değişme kendi başına bir tavır ve davranış değişmesi demektir: İnsanlar bir işin nasıl yapılacağı ve dolayısiyle nasıl bir mekanizma ile yapıldığı ve ne gibi neticeler doğurduğu konusunda yeni bir anlayış kazanmışlar; davranış alışkanlıklarını bu yeni işleyiş tarzına göre ayarlamaya başlamışlardır. Karasabandan traktöre geçen insan, en azından makine gücünün insan ve hayvan gücüne olan üstünlüğü, daha çok makineleşmenin daha çok zaman ve emek tasarrufu olduğunu, makinenin üretim gücünün üstünlüğü sayesinde kendi hayatının ve dolayısıyla etrafındaki hayatın hiç değilse bazı noktalarda önemli ölçüde değişeceğini düşünür.

Teknolojinin niteliği ve sonuçlan ile, onun insan şuuruna yansıma tarzı çeşitli seviyelerde farklar göstermektedir. Bir imalât işinin herhangi bir noktasında rutin bir iş yapan işçi ile aynı işteki mühendisin teknoloji karşısındaki tavırları birbirinden oldukça farklıdır. Herşeyden önce, teknoloji hakkındaki idrakin sınırlan bakımından bu iki insanın zihinleri farklı olacaktır; biri hadiseyi kendi rutin işi ve kendi hayatı çerçevesinde idrak ederken, öbürü teknoloji ile ilim, teknoloji ile insan ve cemiyet ilişkileri hakkında oldukça geniş bir görüş sahibi olabilir. İşçinin durumunda teknoloji ile ilgili değerler, işin tamamen dışında kalabilir ve belki hiç fark edilmez. Böylece meselâ bir kimse yıllarca bir petrokimya tesisinde veya bir otomobil fabrikasında çalışabilir; yine de hiç orada çalışmasa yine sahip olacağı geleneksel değerleri aynen muhafaza edebilir. Bu adamın hayatında değişme olmaz mı? Elbette olur, fakat bu değişikliğin şuura yansıması bakımından, aynı yerde çalışan başka kimselerle arasında muazzam bir fark görülebilir.

Teknolojik değerlerin dışında kalma derken, teknolojiye mahsus bir değer sisteminin mevcut olduğunu söylemek istemiyoruz. Teknolojinin sosyal ve kültürel hayatta büyük tesirler yapabildiğini söylemekle onun kendine mahsus bir değer sistemi yarattığını söylemek aynı şey değildir. Modern teknolojinin vazgeçilmez gibi görünen kıymetleri hakikatte teknolojiyi de içine alan daha geniş bir sosyal çerçevenin yaratmış olduğu kıymetlerdir. İşte tartışmamızın can alıcı yeri budur ve teknolojinin aktarılmasında karşılaşılan en büyük problemler, bu nokta etrafında düğümlenmektedir. Hemen şunu söyleyelim ki, teknolojinin bizatihi değer yaratmadığına en büyük örneği kendi ülkemizden verebiliriz. Bizde inkılâpçılar Avrupa medeniyetinin bu tarafına çok uzak bulundukları, yani böyle bir teknolojik medeniyet içinde yaşamadıkları/halde, sırf entellektüel özümseme yoluyla Avrupa'nın hayat tarzına ait çok şey ve zihniyetine ait bazı şeyleri benimseyebilmişlerdir. Buna karşılık teknoloji ile çok yakından teması olanlar, Avrupa'nın modern ekonomisini ülkeye sokmakta birinci derecede rol ve mevki sahibi olanlar çoğunlukla "muhafazakar" dediğimiz insanlardır; bunların geleneksel yerli kültür unsurlarına bağlılıkları inkılapçılara göre çok fazladır.

Belki de bu gerçek ve hep gözümüzün önünde ki Japonya misali birçoğumuzun modern teknolojiyi hiçbir manevi değişmeye lüzum kalmadan alabileceğimizi düşünmesine yol açmaktadır. Aslında "hiçbir manevi değişmeye lüzum kalmadan" denirken, burada kastedilen şey, daha ziyade din ve ahlak değerleridir. Japonlar kendilerini değiştirmediler; geleneklerine karşı ilgi ve saygılarını kaybetmediler. Bunların hepsi doğrudur. Fakat yine de modern teknolojiye sahip olmanın gerektirdiği değişmeler vardır ve bunlar gerçekten bazı manevi sosyal ve kültürel unsur ve unsur komplekslerinin atılıp yerlerine yenilerinin alınması şeklinde tecelli eder. En azından, mesela modern üretim insan münasebetlerinde aile ve bölge bağlarının bir yana bırakılmasını ve verimlilik esasına, rasyonel hesaplara dayanan münasebetlerin gelmesini gerektirir. İnsanların zaman ve sürat anlayışları değişir; işler saat dakikliğine göre ayarlanır. İşte tahsis edilen bir zaman içinde beşeri münasebetlerin şahısları ilgilendiren tarafları söz konusu olamaz.

Şu halde Avrupa'dan bilgi ve teknik almak şeklindeki klasik iddianın sosyolojik bakımdan yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu tezin büsbütün esassız olduğunu söylemek de doğru değildir. Yukarıda belirtildiği gibi, ilim ve teknik ithal etmek isteyenlerin asıl karşı oldukları şey, bunların dışında saydıkları bazı inançlar, alışkanlıklar ve münasebet tarzlarıdır. Muhakkak ki onların ilim ve teknolojinin yürüyebilmesi için gerekli olan çalışma disiplini, rasyonel düşünce ufuk genişliği vs. hususlar anlatıldığı takdirde, bu söylenenlerin büyük bir kısmını fiilen başarmak zor olsa da tereddütsüz kabul edeceklerdir.

Avrupa kültürü ile Avrupa medeniyetinin birbirinden ayrı şeyler olmadığını söyleyenlere gelince, bu tezin sahipleri ister istemez Avrupa'nın herşeyiyle kabul edilmesi ve benimsenmesinin şart olduğunu düşünmüşlerdir. Gerçi zamanımızda milliyetçilik duygusunun Marksist çevrelere bile hakim olması neticesinde bu türlü bir teslimiyeti düşünen pek az kimse kalmıştır; ama kültür ve medeniyet ayırımının sun'i olduğunu iddia edenler yok değildir. Bunların çoğu Atatürk inkılaplarının haklı ve meşru gösterilebilmesi için böyle düşünmenin gerektiğine inanmaktadırlar. Çünkü bu inkılapların hemen hepsi Avrupa kültürünün aktarılması mahiyetindedir.

Avrupa kültürü* ile Avrupa medeniyetinin birbirinden ayrılmaz oldukları fikri, esasında yanlış sayılmaz, ama bu fikir bizim o kültürü olduğu gibi almamızı isteyenleri haklı çıkarmaz. Avrupa medeniyeti ile kültürü elbette birbirinden ayrılmaz; çünkü bu ikisi birbiriyle kuvvetli bir bütün meydana getirecek şekilde iç içe girmiş, birbirine bağlanmıştır. Aslında bizim ideal edindiğimiz şey de böyle bir kültür-medeniyet bütünlüğüne erişmek değil midir? Fakat bir kültür-medeniyet bütünleşmesi oradaki medeniyet unsurlarının ancak o kültürle bir arada gidebileceği demek değildir. Bu sadece kültür-medeniyet birleşiminin Avrupa'da belli bir bütünleşmeye ulaştığı,yani başka yerlerdeki bütünleşme tarzlarından farklı olduğu manasına gelir. Bir insana pek yakışmış olan bir elbise başkasına o derece yakışmaz; çünkü elbise ile onu giyen kişinin bedeni bir bütün teşkil eder. Fakat buna bakarak, başka bir insanın rengi ve şekli kendi vücuduna göre olan bir elbise diktiremeyeceğini söylemek doğru olmaz.

Avrupa kültürü ve medeniyeti diye iki ayrı şey olmadığını söyleyenleri yanıltan şey, işte bu birleşimin mükemmelliğidir. Öyle ki, birbirine son derece uygun bir terkip meydana getiren kültür ve medeniyet, çıplak gözle ayırdedilemeyecek kadar kaynaşmıştır. Bu iki şeyin birbirinden ayrılığı daha çok kültürü ile medeniyeti henüz uyuşmamış olan, yeni medeniyet değiştirme süreci içinde bulunan ülkelerde göze çarpar. Bununla birlikte, ileride göreceğimiz gibi, teknoloji manevî değerler uyuşmazlığı günümüzün Batı dünyası için de çok önemli bir problem haline gelmiş bulunuyor.

Kültür ve medeniyet bir bütün meydana getirdiği zaman, bu bütününün parçaları mesela başka bir bütünün içine girdiği takdirde, evvelkinden farklı bir mana kazanır. Modern teknoloji de Avrupa ve Amerika dışında bir kültür bölgesine yerleştiği zaman, artık orada Avrupa'dakinin aynı olamaz; nitekim olmamaktadır. Burada bizim özümleme (assimilation) dediğimiz olay meydana gelir; yani herhangi bir unsur hangi bütünün bir parçası oluyorsa bütün tarafından özümlenir. Buna "değiştirerek bünyeye alma" da diyebiliriz. Kısacası, modern teknolojinin Batıdan başka bir yere girememesi için hiçbir mantıkî (teorik) sebep mevcut değildir... Bunu söyleyebilmek için, söz konusu kültürün özünde modern teknolojiye intibakının imkânsızlığını isbat etmek gerekir. Pratik örnekler bizim bu söylediklerimizi destekleyecek mahiyettedir.

Başka yerlerde ve başka vesilelerle de anlatmış olduğumuz gibi, Avrupalılaşmak için gerçekten Avrupalı gibi olmak lazımdır. Bizim klasik Avrupacıların haklı oldukları nokta budur. Fakat Avrupalılaşmak ile modernleşmek aynı şey değildir. Bu yüzden, modernleşmek için mutlaka Avrupalı olmak gerekmez. Zaten herhangi bir milletin bir başka millete ait kültürü olduğu gibi benimsemesi imkansızdır. Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikayesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir. Avrupalılaşmayı imkansız kılan şey işte budur.

Biz milletin tarih ve kültürünün o millete mahsus olduğunu kabul ettiğimize göre, her milletin modern teknolojiyi benimseme ve kullanma tarzının da kendine mahsus olacağını kabul etmeliyiz. Fakat teknolojinin milletlerarası ortak özellikleri yok mudur? Elbette vardır ve bu ortak özelliklerin doğurduğu problemler bütün milletleri şu veya bu derecede tedirgin etmektedir. Bunları bu denemenin üçüncü kısmında ele alacağız.

Baş taraftaki tartışmaya tekrar dönecek olursak, Batı teknolojisini almakla Avrupalı olmak gerektiğini söyleyenler esas tezlerinde haklı olmakla birlikte, kültür-medeniyet ayırımını çok basit bir seviyede ele almışlar ve modern teknoloji ile birlikte meydana gelecek değişmeleri (zarurî olanları da, kaçınılmaz olanları da) gerektiği gibi idrak edememişlerdir. Bunların çoğu Batı teknolojisine intibak ettiğimiz zaman, hayatımızı bütün sosyal müessese ve alışkanlıklarıyla birlikte aynen devam ettireceğimizi, sadece el tezgâhı yerine fabrikanın geleceğini ve böylece medeni dediğimiz vasıtalara asfalt yol, otomobil, ziraat makineleri, modern haberleşme vasıtaları, ilh. kavuşacağımızı düşünüyorlardı. Bugün de aynı düşünceyi paylaşan pek çok kimse vardır.

Aslında Batılılaşma tezi hiçbir zaman sadece Batı teknolojisinin değil, Batının "ilim ve tekniğinin" alınması şeklinde ortaya atılmıştır. Modern teknolojinin bir zenaat ustalığı olmadığını, bunun bütün bir ilmî gelişmeye bağlı bulunduğunu Osmanlı aydınları da pekâlâ biliyorlardı. Fakat modern teknolojiyi doğurduğu düşünülen ilmî gelişmenin insanların dünya görüşlerinde, insan münasebetlerinde, siyaset ve idare anlayışında ilh. meydana getirmiş olduğu değişmelerden kaçma imkânı elbette bulunamazdı. İlimdeki ilerlemelerin Batı dünyasında ne büyük değişmeler yarattığım az çok bildiğimize göre, bizde de büyük bir zihniyet değişikliğine yol açmasını beklemeliydik. Batıda Kopernik'ten Einstein'a, Harvey'den Freud'a kadar ilmin insan düşüncesine ve oradan topluma soktuğu yenilikler bizde de elbette tesirini gösterecekti. Fakat Batının "ilim ve tekniği" tezini ileri sürenler, genellikle gelenekçi tavrın temsilcileriydi ve bunların ilim derken kastettikleri şey daha çok fen, yahut uygulamalı ilimdi. Meselâ Tıb, Ziraat, Fizik, Kimya gibi konularda doğrudan doğruya tatbikata, yani keşif ve icatlara, âlet ve vasıtaların kullanılmasına yol açan bir ilmî çalışma düşünülüyor, aynı ilmin dünya görüşü ile ilgili konuları adetâ akla bile gelmiyordu. Botanik ilminin verdiği bilgilerle bitki yetiştirmeye kimsenin itirazı yoktu, ama meselâ bunlarla birlikte bir Darwin teorisinin düşünce sistemimizde yer alması kolay hazmedilir şey değildi. Nitekim Türkiye'de hâlâ bu teorinin tutulmasına karşı çıkan "elit" ve "kalkınmacı" gruplar vardır.

Modernizm karşısında takınılan bu iki ana tavır, yani model alınan ülkelerin bütün hayatlarını benim seme veya her türlü yeniliğin benimsenmesi şeklinde mutlak modernizm görüşü ile, modern hayata kontrollü bir şekilde intibak etme tezi bize mahsus değildir. Bütün kalkınma çabasındaki ülkelerde veya modernizmin dışında kalmış bütün ülkelerde mutlak modernizm ile modernleşme aleyhtarlığı arasında derece derece değişen görüşler temsil edilmektedir. Ancak kalkınmakta olan ülkelerde mutlak ve kontrollü modernleşme tezleri ön plânda görüldüğü halde, daha geri kalmış topluluklarda kuvvetli modernizm aleyhtarı cereyanlar da vardır.Fakat bugün dünyaya hâkim olan manzaraya bakacak olursak, artık modernleşme kolayca itiraz edilebilecek bir fenomen olmaktan çıkmıştır; ondan hoşnud olmayanlar modernleşmeyi reddedecek yerde kontrol etmenin yollarını araştırıyorlar. Buna karşılık, modernleşmenin dışında kalmak isteyen bazı gruplar hippiler vs. cemiyette sürekli olmayan birtakım marjinal gruplar halinde kalmışlardır.

Erol GÜNGÖR

*****

Eserleriyle yaşıyor

Türk bilim tarihinin ve Türk milliyetçilğinin büyük ve efsane ismi rahmetli aziz dostum Erol Güngör’ü Mümtaz Turhan Hoca’nın öğrencisi olduğu yıllarda, 1955’lerde tanıdım. Türk eğitim tarihinin unutulmaz ismi Fethi Gemuhluoğlu’nun aracılığı ile Mümtaz Hoca’nın kürsüsüne kabul edildiğini söylerlerdi. Burada Mümtaz Hoca’nın hem ilmini ve hem de bütün mizacını, dervişliğini, ilmi kariyerini tevarüs etmişti diyebilirim. 45 yıllık kısacık hayatını da tam bir derviş safiyeti ile yaşadı. Ve öylece öldü. Rahmetli Mehmet Kaplan da onun hayatını anlatırken öyle derdi. “10 yıl daha yaşasa Türkiye’nin kaderi değişir.” Bence de öyledir. Hayatını son yıllarında birbiri arkasından yayınlanan birbirinden güzel ve emsalsiz eserleri,Türk gençlerinin bütün kesimlerince kolayca anlaşılabilecek bir seviyede idi. İlimi esaslarından ayrılmadan kaleme aldığı onlarca kitabının tekrar tekrar basılması da onun Türk gençliğini ne kadar derinden etkilediğini gösterir. Ölümünün üzerinden geçen uzun yıllarda hemen her yıl yapılan anma törenlerinin çoğunda ben de konuşmacı olarak bulundum. Bu müşahadelerimi büyük bir sıcaklıkla değerlendiriyorum. Ziya Gökalp’den beridir yetişen birkaç büyük kültür adamımızın içinde o Türk milliyetçiliğin ve Türk kültürüne verdiği eserlerinin yanında pek çoğu daha sonra profesör olan, liselerimizde öğretmen olan yüzlerce öğrenci ve ilim adamı da yetiştirmiştir.  Erol Güngör’ü gençlerimize iyi anlatmak, yeniden yorumlamak, örnek göstermek, kitaplarını tanıtmak, mümkün olduğu kadar geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak bugünlerimizi de iyi anlayıp değerlendirmemiz için çok önemlidir. Hele tek bir cilde sığdırdığı Türk Tarihi’nin her bölümünü ezberlercesine okumak her Türk milliyetçisi için farzdır. Erol da her fani gibi, vefat ederek edebiyete intikal etti. Fakat eserleri kendi yaşadığı yıllardaki Türk gençlerine ışık tuttuğu gibi gelecek Türk gençliğine de ışık tutmaya devam edecektir. Nurlar içinde yatsın. 

Muhiddin NALBANTOĞLU

*****

 "Bana biri çıkıp 'Gerçek Türk aydını nasıl olmalıdır?' diye sorsa hiç tereddüt etmeden 'Erol Güngör gibi!' derim, evet Erol Güngör gibi. Onu yakından tanımış ve aşağı yukarı bütün yazdıklarını okumuş biri olarak söylüyorum bunu. ... 
 
Erol Güngör'ü en iyi tarif edecek kelimeleri bulmakta zorlandığımı itiraf ederim; yalnız beylik de olsa, şu sözü kullanmayı zaruri görüyorum: O bizden biriydi."

Beşir Ayvazoğlu, 'Defterimde Kırk Sûret' adlı kitabında Türk düşünce tarihinin önemli isimlerinden sosyal psikolog Prof. Dr. Erol Güngör'ü böyle anlatıyor.....



Bu haber 2,448 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,772 µs