Son Bin Yılın Selâhaddin Eyyûbî'si
Rizeli kardeşlerimiz hemşerileri olan Recep
Tayyip Erdoğanın ziyareti için canla başla çalışmışlar. Yollar süpürülmüş,
kaldırımlar onarılmış, çiçekler sulanmış, afişler asılmış falan. Basın
mensupları da bu çabaları ülke insanı görsün; haber olsun, örnek olsun
babından
çekmişler olanı biteni. Koymuşlar gazeteye, siteye şuraya buraya filan. Derken
gözümüze bir afiş ilişti. Üzerinde Son bin yılın Selahaddin Eyyubisi Rizeye
hoş geldin yazdığını görünce yüzümüzde alayla (istihza) karışık, muzipçe bir gülümseme
olduğu halde dalıp gittik bir süre. O anda esin (ilham) perisi çıkageldi. Ve başladık
okuduğunuz satırları karalamaya...
Selâhaddin-i Eyyûbî 1138 yılında
Irak/Tikritte doğdu. Babası Necmeddin Eyyub, Selçuklu emiri (atabey) İmadeddin
Zenginin adamlarından olup; annesi, Selçukluların Harim emiri (vali)
Şihabeddin Mahmud ibn Tokuş el-Harimî'nin kız kardeşi idi. Ünlü İslâm kumandanının,
ana tarafından Oğuz (Türkmen) Türkü olduğunu kesin olarak biliyoruz. Baba
sülâlesinin Oğuz (Türkmen) mu, Kıpçak mı yahut Gurmanç mı olduğu konusu ihtilâflı
olmakla birlikte söz konusu bu toplulukların birer Türk boyu oldukları da
unutulmamalıdır. O dönemde yaşayan ve
askerî seferlere eşlik eden bir Arap tarihçinin, -Halep?-taraflarında şahit
olduğu bir olaydan hareketle- Selâhaddinin günlük hayatta Türk dili
konuştuğunu nakletmesine; Haçlıların en ünlü komutanlarından Aslan Yürekli
lâkaplı İngiltere kralının, anılarında O Türk gibi ifadeler kullanmasına
dahası kendi aile bireylerinin Türkçe adlar taşımasına vs. bakılırsa Ebu
Müslim, Ebu Hanife, Tarık bin Ziyad gibi Selâhaddin-i Eyyûbî de öz be öz
Türktür.
Bizim bu konudaki görüşümüz, ünlü tarihçi İbn-i Hallikanın bir eserinde
Selâhaddinin amcası Şirkuha atfen naklettiği Şirkuh demiştir ki, bizim nesebimiz (soykökümüz) Gök
Böri(göy qurd/boz kurt)dir! sözünden hareketle Selâhaddin-i Eyyûbînin, Azerbaycan taraflarından inerek, Şam taraflarında Börüler (Böriler) Atabeyliğini kurmuş olan Türklerle bağlantılı
olabileceği dahası Tokuş ve/veya oğlu Mahmut gibi bey sülâlesinden gelen bir Türk
ailesinin de kızlarını kendilerinden olmayan, sıradan yahut -konum olarak-
kendilerinden aşağı tabakada birine vermelerinin çok zayıf bir ihtimal olacağı yönündedir.
Selâhaddin-i Eyyûbînin askerî yeteneğinin
farkında olan Atabey Zengi, onu, Haçlılara karşı oluşturulan orduya başkomutan tayin
etti. Selâhaddinin kumandasında hareket eden ve büyük çoğunluğu Türklerden
oluştuğu için Türk-İslâm ordusu olarak da adlandırabileceğimiz bu ordu 2 Ekim
1187 tarihinde yapılan Hıttin Savaşında Haçlıları yenerek, Kudüs'ün 88 yıllık
esaretine son verdi. Kudüsün, Müslümanların eline geçmesiyle Avrupa ayağa kalktı.
Selâhaddin-i Eyyûbî, Kudüs'ün geri alınması için gönderilen ve İngiliz,
Fransız, Alman vs. birçok Avrupa ülkesinin asker vererek desteklediği, III.
Haçlı ordusunu da bozguna uğrattı. Karayolu ile gelen Haçlıların Anadolu
Selçuklu Devleti tarafından yok edilmeleri, yok edilemeyenlerin de epeyce bir
hırpalandıktan sonra Kudüs önlerine varabilmeleri Ortadoğudaki Fâtimîler, Atabeyler,
Eyyûbîler vs. hanedanlıkların işini epeyce bir kolaylaştırdığı da
unutulmamalıdır.
Adı ile anılan Eyyubîler devletinin sınırları
Mısır, Suriye, Irak, Hicaz ve Yemen'e kadar uzanan Selâhaddin-i Eyyûbînin iyi
bir komutan olduğu kadar devlet geleneğine sahip iyi bir idareci olduğunu da
belirtmeliyiz. Zira üstün başarılarına, İslam dünyasındaki ününe rağmen Atabey
Zengi ölünceye kadar bağımsızlığını ilân etmemekle kalmamış; ona karşı
saygısızlık gibi algılanabilecek en küçük bir eylemin dahi içinde
olmamıştır.
Haçlı Seferlerinin bizi hüzünlendiren yanı ise Haçlı
ordularının içinde soydaşlarımız olan Macarların, Kuman/Kıpçakların vs. de
bulunması ve zaman-mekân kopukluğunun bir sonucu olarak bize karşı
savaşmalarıdır. 1071 yılında yapılan Malazgirt Meydan Savaşında soydaşları
Oğuzların safına geçen Uzları (Ogur/Oğuz), Peçenekleri biliyorsunuz. Hatta bu
Peçeneklerin torunlarından bir kısmının bugün hâlâ Dicle boylarında Beçene
adıyla ve Kürtçe konuşarak yaşadıklarını ise -sanırım- birçoğunuz
bilmiyordur. O savaşta Bizanstan
ayrılan Hıristiyan Uzların (Ogur/Oğuz) ise daha sonraları -çoğunlukla-
Konya/Karaman dolaylarına yerleştiklerini ve cumhuriyetin ilk yıllarında, Yunanistanın
yoğun ısrarı/ricası üzerine uygulanan nüfus mübadelesinde (değişim) Ege-Marmara
taraflarındaki Rumlarla birlikte alınıp, Trakyadaki Müslüman Türklerle
değiş-tokuş (mübadele) edildiklerini; anadilleri Türkçe olan bu insanların
ağlaşa ağlaşa Yunanistana gönderildiklerini hatta oralarda Türk tohumu vb.
sözlerle uzun yıllar dışlandıklarını ise keşke biz de bilmeseydik. Rum depik
(football) takımı Olimpiyakosun ezeli rakibi AEKnın da buradan giden ve
Karamanli vs. adlarla anılan Hıristiyan Oğuzlar tarafından kurulduğunu hatta
Yunanistanın eski başbakanlarından Karamanlisin de kökenlerinin de bunlara
dayandığını belirtip, bu bahsi kapatalım.
Bugün yeryüzünde Müslüman olduğunu söyleyip de
Selâhaddin-i Eyyûbî dendiğinde hayır dualarını ondan esirgeyecek tek bir
kişinin dahi çıkacağına ihtimal vermiyoruz. Anadolu Selçuklularına karşı
Bizansla anlaştığı buna içerleyen II. Kılıçaslanın da III. Haçlı Seferi
kapsamında gelen Alman ordusunun Anadoludan sorunsuz (transit) geçişine izin
verdiği iddialarına gelince Anadolu Selçuklularının başkenti olan Konya
önlerinde bizzat Kılıçaslanın oğlu Kutbeddinin sevk ve idaresindeki Selçuklu
ordusu ile Almanların meydan savaşı yaptıklarını ve sonrasında Almanların,
Konyayı işgal ettiklerini dahası II. Kılıçaslanın, ülkeyi 11 oğlu arasında
paylaştırmasından dolayı ülkede birlik-beraberliğin bozulduğunu hatırlatmakla
yetinip; bu konuyu, tarihçilere bırakalım. Ki eski bir Türk geleneği olan
ülkeyi oğullar arasında üleştirme (paylaştırma) geleneğini Selâhaddin-i
Eyyûbîde de görürüz. Günümüzde, Irak'ın Selâhaddin şehri ve Selâhaddin Kartalı
ondan geriye birer hatıradır. Şamda, 4 Mart 1193 tarihinde vefat eden
Selâhaddin-i Eyyûbî yine burada toprağa verilmiştir. Türbesi, Emeviye Camisinin
yakınındadır. Bir bilgi daha: Filistinde şehit olan pilotlarımız da türbeye yakın
defnedilmişlerdir. Kim bilir, belki de -şimdilerde-Türk ordusunun yolunu
gözlüyorlardır. Daha ne diyelim ki? Yolu, Şama düşüp de kabirlerin başında birer
Fatiha okuyandan Allah razı olsun!.
Sorun şu ki: Bizim bildiğimiz Selâhaddin-i Eyyûbî
Şam'da bulunan ebedî istirahatgâhında yattığına göre; Rizelilerin, davul-zurna
ile karşıladıkları zat kim? Rizelilerin karşıladıkları zat, Selâhaddin-i Eyyûbî
ise Şam'daki türbede yatan Ariel Şaron olabilir mi? "Hadi canım
sende" diyorsanız, dikkatinizi çekelim ki gerçek Selâhaddin-i Eyyûbî 1138de
doğduğuna göre "son bin yılın Selâhaddin Eyyûbî'si" en erken 2138
yılında doğabilir!. Bu hesapla da 2023, 2053, 2071, 2138... Tam tamına 123 sene
bekleyeceksiniz!. Dememiz o ki, mesele
sanki biraz Nasreddin Hocanın kedi-çiğer fıkrasına benziyor gibi!. Ne
dersiniz?
Selâhaddin-i Eyyûbî, Allah yolunda cihattan
başka bir şey düşünmeyen; Allah rızasından başka bir şey gütmeyen samimi bir
Müslümandı. Öldüğünde, sandığından 1 altın dinar ve 36 (bazı kaynaklarda 37)
bakır dirhem çıkmıştı. Haliyle bir ona, bir buna bakınca yüzümüzde alayla karışık
muzipçe bir gülümseme ister istemez peyda oluyor canlar. Buna engel olamıyoruz ne
yazık ki. Sanırım birileri, Rizeli kardeşlerimizi fena kandırmış!. Zaten ne
biçim ülkede yaşıyorsak; kandıran, kandırana... Hem de kanırta, kanırta!.
Bu temcit pilavına dönen kandırma-kandırılma
meselesinin de bir sonuca bağlanması gerekiyor artık. Bize kalırsa bir adamın
sık sık kanması olsa olsa ahmaklığından, aptallığından yahut aklî melekelerindeki
bir noksanlıktan ileri gelir. Yok, eğer bile bile kanıyorsa o zaman da ya
beceriksizlik durumu yahut da gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet söz konusu olur ki
birincisinden daha elim bir durumla karşı karşıyayız demektir. Zira sonu vatan
hainliğine, Yüce Divana kadar gider!..
Her iki durumda da devlet erkinin bu kanan-kandırılan zevattan alınıp;
ehline tevdi edilmesi aklın, mantığın ve dahi vatanseverliğin bir gereğidir.
Aslında bizim -naçizâne- bir önerimiz var. Şimdi
-başta Rizeliler olmak üzere- bu AKPliler liderlerini uğrunda ölecek kadar
çok seviyorlar ya hani!. Hatta sırf bu yüzden, günlük hayatta kefenle
dolaştıkları bile oluyor malûmunuz!. Biz diyoruz ki: -Allah uzun ömür versin-
malûm zat öldüğünde, mumyalasınlar. 123 yıl sonra belki tıp filan ilerler de, hem
zat-ı muhteris ölümsüzlüğe kavuşur hem de avenesi onsuzluğu yaşamak zorunda
kalmaz. Vallahi denemekte fayda var. Kim bilir, tutar mı tutar!?. Herkes,
Tutankamon gibi bahtsız bedevî olacak değil ya?!.
Aziz Dolu Atabey
Serik/Sarıabalı18.08.2015 Salı
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle