En Sıcak Konular

ÇÖL ASLANI: FAHRETTİN PAŞA

9 Eylül 2010 11:36 tsi
ÇÖL ASLANI: FAHRETTİN PAŞA Peygamberin gölgesinde Müslüman-Türk'ün Medine müdafaası...Atatürk’ün, “Daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran kumandan” diyerek taltif ettiği Fahrettin Paşa’dır bu yüce destanın kahramanı

Peygamberin gölgesinde Müslüman-Türkün Medine müdafaası -1-  
 
ÇÖL ASLANI: FAHRETTİN PAŞA

Türk Milleti’nin Çanakkale destanının bir benzeri Medine savunmasında yaşanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran kumandan” diyerek taltif ettiği Fahrettin Paşa’dır bu yüce destanın kahramanı
***
Değerli okurlar bu araştırma yazımızda, tarihimizin şerefli sayfaları arasında kalmış kutlu bir zafere ayna tutacağız. Müslüman–Türk’ün onurlu duruşunu yansıtan bir kahramanlık destanından, iftihar dolu bir vatan savunmasından söz ederek, okul yıllarında Türk evladına öğretilmeyen tarihî bir hakikati, “Şanlı Medine Savunması”nı ibret nazarlarınıza sunacağız.
“Şanlı bir savunma” derken, evet, Medine şehri de nihayetinde Osmanlı hakimiyetinden çıktı; tıpkı Mekke gibi, Kudüs gibi, Filistin gibi, Yemen gibi ve daha nice topraklarımız gibi... Ama Medine kolay olmadı... Ne canlar verildi, ne kanlar akıtıldı, ne ocaklar söndü, neler neler yaşandı âh bir bilseniz..! Açlığa, susuzluğa, yokluğa, hastalığa, kavurucu çöl sıcağına rağmen; silah, mühimmat, asker kıtlığına rağmen; zulmün, vefasızlığın ve ihanetin her türlüsüne rağmen bu kutlu şehir esaret zincirini kendi elleriyle boynuna takmadı ve yıllarca teslim olmadı...

Yüreği vatan sevgisiyle ve Peygamber aşkıyla dolu bir avuç kahraman

Peki, Hz. Peygamberin (sav) mübarek kabr–i şerifinin bulunduğu Medine–i Münevvere’yi kimler müdafaa etti, hangi koşullarda ve ne zamana kadar müdafaa etti? Geliniz, karşılıklı sohbet üslubunda bu soruların cevabını birlikte arayalım. 
***
Müslüman–Türk Milleti’nin Çanakkale’de gösterdiği kahramanlık destanının bir benzeri Medine savunmasında yaşanmıştır. Yüreği vatan sevgisiyle ve Peygamber aşkıyla dolu bir avuç kahraman Türk askeri ve onların şanlı komutanı Fahrettin Paşa, mütareke şartlarını bir paçavra gibi Batılı devletlerin yüzüne çarpıyor, Osmanlı sarayının talimatlarını elinin tersiyle reddediyor, yerli ve yabancı işgal kuvvetlerinin alçakça saldırılarına karşı bu mukaddes toprakları ne pahasına olursa olsun sonsuz bir hürmetle savunuyordu...

Mekke Şerifi Hüseyin, İngiliz vaadlerine aldanarak Osmanlı’ya ihanet ediyor

Yıl 1916. Haziran ayının ilk günleri... İngilizlerin çil çil altınlarına ve büyük Arap krallığı vaadlerine aldanan Şerif Hüseyin, bedevi Arapları ayaklandırarak isyan başlatmış, Hicaz Cephesi’nde İngilizlerin yanında yer alarak Osmanlı’yı arkadan vurmuştur. Ünlü İngiliz casusu Lawrence’nin tahrikleriyle bütün Arapların liderliğine soyunan Mekke Şerifi Hüseyin, Osmanlı’ya sadece ihanet etmekle kalmamış; su kuyularını zehirlemek, demiryollarını dinamitlemek, Osmanlı askerlerinin ve sivil hac yolcularının güvenliğini sağlayan Ecyad Kalesini İngilizlerin verdikleri toplarla yerle bir ederek binlerce müslümanın kanını dökmüştür. Önce Mekke, ardından Cidde ve Taif’deki Türk garnizonları birer birer düşmüş, (Eylül 1916); Medine dışındaki tüm merkezler asilerin eline geçmiştir. İslam’ın son kalesi Medine ise, Şerif Hüseyin’in askerleri ve Arap çapulcuları tarafından acımasızca muhasara altına alınmıştır.
Fahreddin Paşa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkanlarla Medine’yi savunurken, muhasaradan kurtulabilmek için Istanbul’dan devamlı takviye kuvvet istemiştir ama, nafile… Çünkü Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmek üzeredir ve cephelerden çekilmektedir…

“Resulullah’ın kutsal mevkiini Arap çapulculara ve İngiliz himayesine terk etmem”

Tarih, 30 Ekim 1918... Osmanlı Devleti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı yeniden taraf olarak imzalamıştır. Bütün cephelerde savaş durmuş, Osmanlı birlikleri silah, cephane ve teçhizatlarıyla geri çekilmeye, Anadolu’ya sevkedilmeye başlamıştır. Mütareke şartları gereği, Türk kuvvetleri terhis edilirken, İstanbul Hükümeti ise, işgalci kuvvetlere kayıtsız şartsız teslim oluyordu. Yalnızca “Medine Seferi Kuvvetleri” verilen emirlere rağmen teslim olmamıştır. Ateşkes’in tarafları panik içindedir...

Mustafa Kemal Atatürk’ün gözüyle Fahrettin Paşa

Medine Seferi Kuvvetler Komutanı, “Çöl Aslanı” lakaplı Fahrettin Paşa teslim olmamakta, “Resulullah’ın kutsal mevkiini çapulculara ve İngiliz yaranlarının himayesine terk etmem” diye diretmektedir. Yakın tarihimizin şeref dolu sahnelerinden biri olan “Medine Müdafaası” işte bu iman ve kararlılıkla başlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Türk ordusunun Çanakkale ve Kut’ül–Amare zaferlerinden sonra üçüncü önemli kahramanlık destanıdır Medine müdafaası… Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran kumandan” diyerek taltif ettiği Fahrettin Paşa’dır bu yüce destanın kahramanı...

Fahrettin Paşa kimdir?

Ömer Fahrettin Paşa, (sonradan Türkkan soyadını almıştır) aslen Rusçukludur (d.1868), Mondros Mütarekesinden sonra teslim olmayıp Medine’yi 72 gün daha savunan Osmanlı kumandanıdır. “Medîne müdâfii”, “Türk Kaplanı”, “Çöl Kaplanı”, “Medine Kahramanı” adlarıyla anılır.
Fahrettin Paşa. 93 Harbi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti. Mekteb-i Harbiye-i Şahane’yi (Harp Okulu) ve Erkan-ı Harbiye Mektebi’ni (Harp Akademisi) bitirdikten sonra 1891’de kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Balkan Savaşında Çatalca savunmasında ve Edirne’nin geri alınışında görev aldı. I. Dünya Savaşı başladığında 4. Orduya bağlı 12. Kolordu komutanı olarak Musul’da bulunuyordu. 1915’te 4. Ordu komutan vekilliğine getirildi. Bu bölgede iken Ermenilerin tehcir işleriyle uğraştı. Urfa, Zeytun, Musadağı ve Haçin Ermenin isyan ve ihtilal hareketlerini bastırdı.
1916’da 4. Ordu komutanı Cemal Paşa tarafından Medine’ye gönderildi. Fahrettin Paşa elindeki kısıtlı imkânlara rağmen aldığı tedbirler sayesinde Medine’yi "2 yıl 7 ay boyunca" savundu. Herhangi bir yağma ihtimaline karşı tedbir olarak, Medine’deki 30 parça Kutsal Emaneti 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderdi. Medine’nin etrafı isyancıların eline geçmeye başlayınca İstanbul’daki hükümet, Medine’nin boşaltılmasını istedi. Fahrettin Paşa ‘Peygamberin kabrinin bulunduğu Medine’deki Osmanlı Bayrağı’nı kendi elimle indiremem’ diyerek şehirden ayrılmayı kabul etmedi.
Bir süre sonra Medine’nin etrafı tamamen kuşatıldı. Osmanlı orduları kuzeye doğru geri çekilmeye başladı. Etrafındaki Türk birlikleriyle irtibatı tamamen kesilen Fahrettin Paşa şehri savunmaya devam etti.Yalnız şehrin tesliminden önce kendi kılıcını, bizzat kendi eliyle Yüce Peygamberin Kabri Şeriflerine gözyaşları içinde bıraktı. 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesini imzalayarak I. Dünya Savaşından çekildi. Mütarekenin 16. maddesine göre Fahrettin Paşa’nın teslim olması gerekiyordu. Kendisine Mondros Mütarekesini tebliğ için İstanbul’dan gönderilen yüzbaşıyı hapsettirdi. Medine’ye en yakın Osmanlı birliği 1300 km uzakta olmasına rağmen Mondros Mütarekesinden sonra da teslim olmadı ve şehri savunmaya devam etti.
"Osmanlı devletinin teslim olmasında sonra "72 gün daha" Medine’yi savunmaya devam eden Fahrettin Paşa yiyecek, ilaç ve cephanenin bitmesinden sonra kendi askerleri tarafından etkisiz hale getirildi ve şehir 13 Ocak 1919’da teslim oldu. Böylece Medine’de 400 seneden beri süren Türk hakimiyeti sona ermiş oldu".
İngilizler tarafından Türk Kaplanı ismi verilen Fahrettin Paşa, savaş esiri olarak önce Mısır’a daha sonra da Malta’ya gönderildi. 8 Nisan 1921’de Mustafa Kemal Atatürk’ün girişimleriyle İngiliz esaretinden kurtulduktan sonra Milli Mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya geldi. 9 Kasım 1921’de TBMM tarafından Kabil Büyükelçiliğine tayin edildi. 1936’da Ferik Korgeneral rütbesi ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekliye ayrılan Fahrettin Paşa, 1948’de İstanbul’da vefat etti. Peygamber âşığı bu kahraman askerin kabri, Fatih Sultan Mehmet’in, mimarına “Bir güzelce hisar yapasın, Muhammed’in mührünü vurasın” diyerek inşa ettirdiği Rumelihisarı gölgesindeki Âşiyan Mezarlığı’ndadır.

Peygamberin gölgesinde Müslüman-Türkün Medine müdafaası -2-  
 
"ESARET GÖMLEĞİ GİYMEYİZ"

“Esaret ekmeği bizim boğazımızdan geçmez..! Medine kalesinden Al Sancağı bana kendi elimle indirtemezsiniz” diyen Fahrettin Paşa; İngilizlere ve Şerif Hüseyin emrindeki işbirlikçi bedevîlere asla teslim olmayacaklarını haykırıyordu

İngilizler ile bedevilere teslim olmaktansa, müdafaa ettiği yerleri havaya uçurarak canını feda edeceğine dair yemin eden Fahrettin Paşa, “Esaret ekmeği bizim boğazımızdan geçmez..! Eğer boşaltacaksanız, Medine’ye başka bir kumandan gönderiniz. Medine kalesinden Al Sancağı bana kendi elimle indirtemezsiniz” diyerek mücadelesini sürdürüyor, askerlerin çoğunun hasta olmasına; cephane, ilaç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen canla başla müdafaasına devam ediyordu.

"Ravza–i Mutahhara’yı asker temizliyor. Siperlere o bakıyor. Ezanı, tabur hafızları okuyor"

30 Kasım 1918 tarihli Akşam Gazetesi’nde Falih Rıfkı imzasıyla “Medine Kahramanına”, başlıklı şu yazıyı gelin birlikte okuyalım:
“Hakikaten kaç gündür sizi merak ediyorum. Şimdi siz neredesiniz? İskorpitten dişleri, çeneleri kopan askeriniz nerede?... Bilmem hangi ümitle siz, Medine’nin müdafaasını kabul ettiniz? O zaman buna daha fazla müslümanlığınızdan başka bir sebep görememiştik. Şam’dan Medine’ye kadar bütün demiryolunun etrafına mümkün olduğu kadar asker yetiştirdiler.
Çölün insanı nasıl kaybettiğini ve büyük şehirlerde parlak bir renk gibi gözlere çarpan adetlerin çöllerde nasıl kolayca yok oluverdiğini bilirim.
Bu asker de öyle oldu. Raylar bombalarla atıldı, bir yıkılışın tamiri günlerce sürdü. Lokomotifler oduna muhtaçtı. Eğer trenler doğru dürüst işlerse yalnız Suriye’nin bütün ağaçlarını değil, şehirlerin bütün ahşap evlerini, eşyasını da yakmak lazım gelirdi. Trenler gittikçe yavaş yürüdü. Üç gün üç gece süren yol bazen bir ay devam etti. Bir gün karargahımıza gelen genç zabitlerden birine
’ – Fahri Paşa ne yapıyor?’ dedim. Şöyle anlattı:
’ – Hiç… Birkaç siper… Bir avuç asker… Etrafta Faysal’ın hecinleri, aşiretler, kabileler, Fransız ve İngiliz zabitleri var. Su içen, yemek yiyen bütün faydasız ahaliyi Şam’a gönderdik. Ravza–i Mutahhara’yı asker temizliyor. Siperlere o bakıyor. Ezanı, tabur hafızları okuyor. Siperlerin kısım kısım haftada bir izinleri vardır. Fahri Paşa bunları evvela Medine’nin küçük bahçesine götürür ve Karagöz seyrettirir. Eğer bazı sözleri varsa, Karagöz vasıtasayla bu düşüncelerini askerine bildirir. Zira, anlaşılıyor ki, bu köylüler Karagözün sözüne gazetelerden, beyannamelerden, nutuklardan ziyade inanıyorlar. Eğlence bittikten sonra Fahri Paşa, askerlerini, Ravza–i Mutahhara’da merkadın içine götürür. Beraberce hizmet–i Nebeviyyeyi yaparlar, sonra da hepsini birer birer alınlarından öperek siperlerine yerleştirir’…
Bütün kuvvetleri çektiler. Size bir avuç kahraman bıraktılar. Ve işte bugüne kadar hepsi, bu feda edilmiş insanlarla mukaddes şehrimizi müdafaa ediyorsunuz.
Cephe bozuldu. Galiçya’da öldürülecek on binden fazla Türk bulan biz, Kudüs’e dört binden fazla asker veremedik. Filistin’de, Suriye’de şehirler bizden günler gibi arka arkaya ayrıldı. Demiryolu mahvoldu. Kabileler, aşiretler bütün cephanesiz, yalnız başınıza kaldınız. Mütareke haberini ve teslim olmanız emrini ihtimal biz size, İngiliz kabloları vasıtasıyla bildirebildik.

"Siz, askerlerinizle Plevne kahramanlarısınız"

Askerleriniz şimdi hangi hastanelerde yatıyor? Siz daha ne kadar ihtiyarladınız? Eğer bizden haber sorarsanız, denizlerimizde İngiliz ve Fransız gemileri var. Karamızda, 324 (1908) Temmuzuyla 31 Mart arasında veda ettiğimiz politika gürültüsüyle yaşıyoruz. Şimdi işimiz o kadar çok ki, sizden, kahramanlarımızdan, çöllerden ve mamurelerden bahsedemeyiz!
Zannım hâlâ devam ediyor. Siz, askerlerinizle Plevne kahramanlarısınız. O kahramanlar ki, bizi Avrupa’nın kalbine yerleştirdiler.
Biz, bu arada, 324 (1908) kahramanlarıyız. O kahramanlar ki, kendimizi Avrupa’nın bir toprak parçası üzerinde on sene tutamadık!”.

Peygamberin gölgesinde Müslüman-Türkün Medine müdafaası -3-  
 
SIRTIMIZDAN HANÇERLENDİK!

Mekke Şerifi Hüseyin, 1915 Temmuz’unda Hıristiyan İngilizlerle işbirliği yapar; tarihte "Mc.Mahon Antlaşması" olarak
bilinen bir "gizli anlaşma"nın ardından Osmanlı, "Büyük Arabistan İmparatorluğu" hesabına sırtından hançerlenir
Arapların Osmanlı Devleti’ne isyanlarının asıl sebebi başlangıçta bağımsızlık talebi değildi. Zira, Araplar, Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda özellikle de I. Dünya Savaşı boyunca  Çanakkale’den itibaren her cephede Osmanlı ordusunda omuz omuza savaşmışlardı. Hatta İstiklal Savaşı’nda, Mehmetçikle yan yana Yunanlılara karşı boğuşarak şehit düsen Araplar vardır. I. Dünya Savaşı’nda hiçbir Arap beldesinde; ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne de Filistin’de Osmanlı’ya isyan eden tek bir Arap görülmemiştir. İsyanın ele başı "Mîr–i Mirân" yani, Beylerbeyi rütbesindeki Mekke Emiri Şerif Hüseyin’di.

Şerifi Hüseyin ile İngiliz Yüksek Komiseri Mc.Mahon arasındaki gizli antlaşma

Şerif ailesinin fertleri olan Hüseyin, Haydar ve Cafer Paşalar, İstanbul’da ikamet ederler, Şûrâ–yı Devlet azalığı yaparlar, paşa maaşı alırlardı... Şerif Hüseyin, Hicaz’da İngiliz hesabına yönelik olarak, bütün Arapları bir bayrak altında toplayarak, en büyük Arap kralı, hatta imparatoru olacağına inandırılmıştı..! İngilizler onun ihtirasından yararlanarak, Osmanlı’ya karşı ayaklandığı takdirde kendisine para, silah, cephane, erzak... ne lazımsa sağlayacaklarını, yardım edeceklerini ve belirli sınırlar içinde bağımsız bir Arap devleti kuracaklarını vaad etmişlerdi.
Sonradan açıklanan belgelere göre Şerif Hüseyin, 1915 Temmuz’unda İngilizlerle doğrudan temasa geçmiş ve işbirliği yapmak karşılığında kuzeyde Mersin ve Adana’yı içine alarak İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Hint Okyanusu kıyılarına ve batıda Kızıldeniz ve Akdeniz’e kadar uzayacak bir coğrafyada "Büyük Arabistan İmparatorluğu" hevesine yönelik olarak İngilizlerle anlaşmıştı. Tarihte "Mc.Mahon Antlaşması" olarak bilinir. "Mekke Şerifi Hüseyin" ile Mısır’daki "İngiliz Yüksek Komiseri Mc.Mahon" arasındaki bu antlaşma, "gizli" olarak imzalanmıştır.
Pazarlık, 1916 yılı ortalarına kadar sürmüş ve bu esnada Osmanlı Devleti’ni oyalayan Şerif Hüseyin, İngilizlerle işbirliği yaparak birkaç küçük çarpışmadan sonra 27 Haziran 1916’da yayınladığı bir bildiriyle isyan bayrağını açmıştı. Şerif Hüseyin’in askerleri para gücüyle toplanmış bir tür lejyoner bedeviler, urbanlardı. Bunlar, Hicaz çöllerinde göçebe hayati yasayan ve talanla geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz kimselerdi.

Osmanlı, Filistin Cephesi’ni Hicaz isyanı yüzünden kaybetti

İsyan, Osmanlı ordularının sevk ve idaresi üzerinde çok olumsuz bir etki yapmıştır. İngilizler de zaten bunu hedeflemekteydiler. İsyanın sonuçları da aynı şekilde olumsuz olmuştur, nasıl Balkan Harbi, "Yemen isyanı" yüzünden kaybedilmişse, Suriye’nin elden çıkmasına sebep olan Filistin Harbi de, "Hicaz isyanı" yüzünden kaybedilmiştir.
İsyan başladığı sırada Medine’nin muhafızı Fahrettin Paşa idi. İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine, Fahrettin Paşa 4. Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine’ye gönderilmişti (28 Mayıs 1916). Fahrettin Paşa 31 Mayıs’ta Medine’ye ulaştı ve Şerif Hüseyin’in birkaç gün içinde isyan edeceğini Cemal Paşa’ya bildirdi. Şerif Hüseyin ve dört oğlu Zaid, Faysal, Abdul-lah ve Ali 3 Haziran’da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlattılar. 5–6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da, Fahrettin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler.

Önce Cidde... Sonra Mekke... Ardından Taif elimizden çıkar

Fahrettin Paşa hemen karşı harekâta başlayarak, belli mevkilerdeki asileri yenilgiye uğrattı. Arkasından yeni birliklerle takviye edilen Hicaz Kuvve–i Seferiyyesi Kumandanlığı’na tayin edildi. Asiler, Mekke Valisi "Galib Paşa"nın tedbirsizliği yüzünden 9 Haziran’da genel saldırıya geçerek 16 Haziran’da Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye ve 22 Eylül’de de Taif’e girdiler. Fahrettin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen bütün büyük merkezler asilerin eline geçmişti. Bu sırada "Kanal Harekâtı" bütün şiddetiyle devam ettiğinden, Hicaz’a asker gönderilemiyordu.

Savunma, 2 yıl 7 ay sürdü

Fahrettin Paşa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkanlarla Medine’yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. Önce Medine ve çevresinde bir güvenlik Hattı oluşturmak için Asar Boğazı, Bi’r–i Derviş, Bi’r–i Abbas ve Bi’r–i Reha mevkilerini asilerden temizledi. 29 Ağustos 1916’da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet şeridi meydana getirilmiş oldu.
Fahrettin Paşa Medine’yi savunabilmek için İstanbul’dan devamlı takviye kuvveti istiyor, Osmanlı hükümeti ise onun isteklerine cevap verebilecek durumda olmadığını bildiriyordu.

Kutsal emanetler 2000 askerle İstanbul’a naklediliyor

Osmanlı hükümetinin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine, Fahrettin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de Hz. Peygamber s.a.v.’in mübarek merkadinde bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Sorumluluk kendisinde olmak şartıyla, teklifi hükümet tarafından kabul edildi. Fahrettin Paşa bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdiği otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderdi.

Peygamberin gölgesinde Müslüman-Türkün Medine müdafaası -4-  

"Seni bırakmayız biz, yâ Resulallah"

"Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve yeşil kubbesinden Al Sancağı alınmayacaktır" bu sözler Fahrettin Paşa’dan başkasına ait değildir

Şerif Hüseyin emrindeki bedevî/urban saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu. Yağma, talan ve eşkıyalıkla geçinen çöl bedevileri, Şerif Hüseyin’in hileleri ve İngilizlerin paralarıyla kandırılarak Osmanlı Devleti aleyhine harekete geçirildikten sonra Medine’yi Suriye’ye bağlayan demiryolunu korumak imkansızlaşmıştı zira, ünlü İngiliz casusu Lawrence, demiryolu boyunca rayları bu bedevilere dinamitletiyordu.
Her geçen gün çölün ortasında çevre ile irtibatı kesilmiş bir kale durumuna gelen ve iaşesi de azalan Medine’nin İstanbul hükümetince tahliyesine karar verildi. Önce yeni tayin edilmiş olan Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa, ailesiyle birlikte Medine’den ayrıldı. Onları 3–4 bin kişilik yerli halk takip etti.

"Medine’yi son fişengine, son damla kanına, son nefesine kadar müdafaa edeceğiz..."

Fahrettin Paşa, elinde kalan az sayıdaki kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine’yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz demiryolunun Medine’ye yakın olan Tebük–Medain arasındaki Müdevvere istasyonunun düşman eline geçmesinden sonra, Medine kalesi isyancılar tarafından tamamen kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz duruma gelen şehirde kalmış olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Bu güç şartlara rağmen Fahrettin Paşa, şehrin müdafaasını sürdürdü. Hatta kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul hükümetine, "Medine’yi son fişengine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafaza ve müdafaa edeceklerini" bildirmiştir.
Fahrettin Paşa ve askerleri bir taraftan düşmanla, diğer taraftan açlık ve hastalıkla mücadele ederken, Kanal Harekâtı felaketle bitmiş, Filistin elden çıkmış ve en yakın Osmanlı kuvvetleri Medine’den 1300 km. uzakta kalmıştı. Bu sırada Osmanlı Devleti mağlup olmuş ve Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı (30 Ekim 1918). Mütarekenin 16. maddesine göre  Fahrettin Paşa’nın Şerif Hüseyin’e ve İngiliz birliklerine teslim olmaktan başka çaresi kalmıyordu.

Osmanlı Hükümeti’nin, "Teslim olun!" emirnamesi

İstanbul’dan gelen haberlerle Medine çalkalanmaya başlamıştır bile. Subaylar kendi aralarında konuşmaya başlamış, askeler arasında şikayetler yükselmiştir artık...  Erkanı- Harbiye Umumiye Reisi imzasıyla Medine’ye bildirilen Osmanlı padişahının emirnamesinde şunlar yazılıdır:
“Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakarlıklar gösterildikten sonra, içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması, Osmanlı Devletimizi, İtilaf devetleriyle antlaşma yapmaya zorladı. Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz, Asir ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıt’aları ve garnizonlarının en yakın İtilaf kumandanına teslimi şartı vardır. Namus vazifesini senelerden beri ifa etmiş olan siz asker arkadaşlarım hakkında bu elim hükme rıza göstermenin ancak, anavatanı muhakkak bir ölümden kurtarmak gibi bir vatanseverlik duygusundan doğmuş olduğu elbette takdir buyrulur.
Düşmanlarımızın bile hayret ve takdirini çeken fedakarlığınızı, bu ağır yüke dahi tam bir itaat ederek taclandıracağınza eminim.
Senelerden beri muharip bulunmaklığımıza rağmen hakkımızda iyilik bahşeden Büyük İngiltere Devleti’nin halis alicenaplık duygularından emin olmanızı, rica ve pek yakında vatanımıza salimen dönmenizi lütfu Hak’tan temenni eder, cümlenizi gözlerinizden öperim”.

Fahrettin Paşa: "Kan ve ateşten dokunmuş kefenle gömülmedikçe savaşacağız"

Ateşkes ilan edildiği, savaşın nihayete erdiği, İtilaf Devletleri’nin galip geldiği, işgalci güçlere direnmenin bir anlamı ve faydası olmadığı, Medine müdafaasının daha ne zamana kadar süreceği yönünde artan serzenişler üzerine Medine’de, Ravza–i Mutahhara’nın gümüş parmalığı önünde halkını ve askerini toplayan Fahrettin Paşa kendinden geçmişcesine, tarifi imkansız bir heybet ve gök gürültüsünü andıran bir gürleyişle şu konuşmayı yapar:
“Ey nas!... Size bin üçyüz yıl öncesinin bu kubbeleri çınlatan ilahî, mukaddes sesiyle hitap ediyorum. Ve mübarek kabrinde hay (diri) olan Peygamber–i Zişanımız Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) huzurunda ahdi peyman ederek diyorum ki; biz ne kadar kuvvetli düşmanlar karşısında bulunursak bulunalım, Allah’ın izni ve O’nun Resul–i Ekremi’nin şefaati ile zerre kadar fütur getirmeden mukaddes bildiğimiz mücadelemize devam edeceğiz.
İngiliz altınlarına karşılık, İslam kanı dökmekten zevk alan karşımızdakiler, Medine’nin Suriye ile yegane bağlantı yolu olan demiryolunu muhtelif yerlerden kestikten sonra bedevilerin şehre erzak getirmelerini men ile, Medine’yi cebren alacaklarından bahisle şimdiden teslim olmamızı teklif ediyorlar.
Ey nas!... Malumunuz olsun ki, şeci ve kahraman askerlerimin, bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur.
Buna müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza–i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine–i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid–i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır!.. Allahü Teala bizimle beraberdir. Şefaatçimiz O’nun Resulü, Peygamberimizdir.
Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zabitleri, ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş kahraman Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım! Gelip hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberinin karşısında hep beraber aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki, Ya Resulallah, biz seni bırakmayız!..”.

ÇEKİRGE YİYEREK HAYATTA KALMAYA ÇALIŞTILAR..!

Fahrettin Paşa, Medine’de sadece düşmanla değil, çölün 40–50 derece arasında değişen sıcakla ve açlıkla da savaştı. Muhasaranın özellikle son aylarında en büyük tehlike olarak açlık kendini göstermişti. Açlıktan hayvanlar dahi telef oluyordu. Tek besin maddesi hurma idi; ki, stoklarda hurma da tükeniyordu... Derken uçsuz bucaksız çöl semalarından bir âfet Medine’yi talan eder. Vahşi çöl çekirgelerinden başkası değildir bu. Hem de sürülerle... Her biri bir serçe kuşu büyüklüğünde. Askerler ve yerli halk ne yapacağını, gökten gelen bu belayı nasıl def edeceklerini düşünürken, Fahrettin Paşa’nın emriyle herkes donakalır:
" – Durun..! Bu, gökten gelen bir rahmettir", der ve ardından bir emirname yayınlayarak askerine şöyle seslenir:
“Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da çekirge gibi kanatlı ve uçuyor. Nebatat ile besleniyor. Serçe kadar asabi ve yediği şeyleri itina ile seçiyor. Temiz ve taze şeyleri yiyor. Hem de tiryaki ve keyif sahibi, tütün ve limondan pek zevk alıyor. Hicaz, Asir, Yemen ve Afrika insanının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler çeviklik ve zindeliklerini çekirgelere borçludurlar. Çekirgeleri deve ve hecinler büyük zevkle yiyorlar. Kınığ’daki develer ve hecinler genellikle çekirge ile beslenir.
Çekirgenin kati şifai özellikleri şunlardır: Dizlerin bağı çözülenlere, zayıflara, kuvve–i bahiyesi (şevket kuvveti) tenaküs edenlere, tesir–i azimi vardır. Romatizma için iksir gibidir. Şifa verici yeri bizzat yumurtalarında toplanmıştır.
Biz maalesef bunları topraklara gömerek üzerlerine kireç döküp yok ediyoruz... Çekirgeyi tabiplerimize tetkik ve tahlil ettirdim. Neticesinde çekirgeden kemal–i sitayişle bahsetmekte ve faydalarını saymakla bitirememektedirler.
Ziraatımıza zarar verdikleri bir gerçektir. Ancak birçok kuş ve hayvanlar da bunu yapmıyorlar mı? ... Çekirge hem bir gıda hem bir devadır. Av etleri gibi bundan da istifade etmeliyiz. Yediğimiz sebzelerin kısm–ı küllisinden daha ziyade faydalı olduğu tecrübe ile tahakkuk etmiştir... Medine’de pazarda okkası çürük para ile 7–8 kuruşa satılıyor. Sahil kasabalarında pek rağbet edilen ıstakoz ve karidesten hiçbir farkı yoktur. Her iklimde çekirge yenebilir ve ehli sünnet–i seniyyedir. Cenab–ı Peygamber efendimiz hadis–i şeriflerinde “Uhillet lena, meyyitani ve demmem” buyurmuştur. Manası: İki ölünün ve iki kanlının yenilmesi bize helal oldu. İki ölü çekirge ve balığın ölmüşleridir. İki kanlı ise karaciğer ve dalaktır. İmam Malik, ehline cevaz verilen çekirgenin başının koparılmasını yahut ateş üzerinde kavrulmasını şart koşmuş ise de Ulemayı Hanefiyye’nin çekirgenin ölüsünü bile helal addettikleri ve hiçbir kayda tabi tutmadıkları “Tenvirü’l Ebsarnam” adlı kitapta ve onu şerh eden “Dürrü’l-Muhtar” isimli eserde zikredilmiştir.
İşte Çekirge Yemeği Tarifleri:
1. Toplanan çekirgeler çiroz gibi güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur, ayakları ve başı koparılır, mütebaki beden kısmı bir parça yağ ile kavrulur ve kavurma gibi yenilir.
2. Sıcak su ile haşlanır, başı ve ayakları ve kanatları temizlenir, hemen pişmek üzere olan pirinç veya bulgur pilavına karıştırılarak pişirilir.
3. Haşlanmış çekirgeler tabağa dizilir. Üzerine zeytinyağı ve limon gezdirilir ve afiyetle yenir.
4. Çekirgenin kavrulan kısmı havan içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi gibi kutularda ve dağarcıklarda hıfzedilir. Bedevilerde en makbul tarzı budur, gazve zamanlarında yegane gıdalarını teşkil eder.
Büyük bir dikkat ve ihtimam ile ve kendime mahsus bir titizlikle yaptırdığım tecrübelerle havass–ı tıbbiyesi tahakkuk eden ve yenmesi helal olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tabir ile nimet bilmezliktir.
Dün karargah sofrasında çekirge tavası vardı, arkadaşlarımla birlikte pek tatlı yedim. Ve dil konservesinden pek iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek güzel oluyor. Velhasıl dün çekirgeyi bahçeden defeder ve tenkil tedarikini düşünmezken, bugün çekirge geliyor mu diye yollarını gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse tarifim veçhile istifade edilmesini ve bana hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlardan rica ediyorum”.

Peygamberin gölgesinde Müslüman-Türkün Medine müdafaası  [-5-]  
 
"Ölsek de, Ravzanı ruhumuz bekler"

Fahrettin Paşa her sabah kefene bürünerek ve başına beyaz sarık sararak Allah Resulünün kabrini kendi elleriyle siler, süpürürdü. Savaşın bütün imkansızlıklarına rağmen Medine’yi müdafaa ediyor, kendini "mücavir" olarak görüyordu

"Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? ” diyorlar. Gördüğüm yer yer
Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler,
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,
Buruşmuş  çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar.
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tegallüpler, esâretler, tahakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar;
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;
“Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!...
Geçerken, ağladım geçtim; dururken ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perîşan yurda başvurdum.
 Mezarlar, âhiretler, yükselen karşımda dûradûr;
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr?
Derinlerden gelir feryâdı yüz binlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda İslâm’ın!
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon, cansa gırtlakta!
İlâhi! Gördüğüm âlem mi insâniyetin mehdi?
Bütün umrânı târîhin bu çöllerden mi yükseldi?
Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyetin yurdu?
Bu kumlardan mı, Allah’ım, nebîler fışkırıp durdu?
Henüz tek berk-ı îman çakmadan cevvinde dünyânın,
Bu göklerden mi, yâ Rap, coştu, sağnak sağnak, edyânın?
Serendip’ler şu sahiller mi, Cûdî’ler bu dağlar mı?
Bu iklîmin mi İbrahim’e yol gösterdi ecrâmı?
Haremler, Beyt-i Makdisler bu topraktan mı yoğruldu?
Bu vâdiler mi dem tuttukça bihûş etti Dâvûd’u?
Hirâ’lar, Tûr-ı Sinâ’lar bu âfâkın mı şehkârı?
Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Rûh-ullah’ın esrârı?
Cihânın Garb’ı vahşet-zâr iken, Şark’ında Karnak’lar,
Haremler, Sedd-i Çinler, Tak-ı Kisrâlar, Havernaklar,
İrem’ler, Sûr-ı Bâbil’ler semâ-peymâ değil miydi?
O mâziler, İlâhi, bir yıkık rüyâ mıdır şimdi?
Ne yapsın, nâ-ümid olsun mu Şark’ın intibâhından?
Perişan rûhumuz, hâib, dönerken bâr-gahından?
Bu heybetten usandık biz, bu hüsran artık elversin!
İlâhi, nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin,
Serilmiş sineler, kâbusu artık silkip üstünden.
“Hayat elbette hakkımdır! ” desin, dünya “değil! ” derken.

(M. Akif, İstanbul, 19 Eylül 1918)

Ve, Fahrettin Paşa yaka paça yakalanıyor…

Fahrettin Paşa, her türlü zorluğa, açlığa, çaresizliğe rağmen bırakmadı, bırakmak istemedi Medine’yi. Askerlerin çoğunun hasta olmasına; cephane, ilaç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen direnmeyi sürdürdü. 1916 Temmuz’undan 1919 Ocak ayına kadar 2 yıl 7 ay bu mukaddes şehri Arap çapulcularına ve İngilizlere teslim etmedi. İngilizlerin baskısı, Şerif Hüseyin ve kuvvetlerinin ablukası ve saldırıları, İstanbul Hükümetinin emir üstüne emir yağdırması da onu asla yıldırımamıştır. Fakat sonunda, olan olmuştur.
Tarih Ocak 1919. Bir sabah erken saatlerde Paşa, Peygamberimizin mezarında namaz kılarken, teslimden başka çıkar yol kalmadığını savunan bazı subaylar onun üzerine atılıp yaka paça yakalamışlar ve teslime zorlamışlardır.
Fahrettin Paşa, silahlarını düşmana teslim etmeyi onursuz bir hareket sayan yüce bir mizaca sahip olduğu için, tabancasıyla kılıcını Peygamberimizin mezarına emanet etmiştir...
Albay Necip Bey:  “Kader Paşam... Takdir-i İlâhî... Vatan ve milletinize karşı vazifenizi, kimseye nasip olmayacak bir feragat ve kahramanlıkla yapmış olduğunuza Allahü Teala da şahittir” der.
Fahrettin Paşa, Medine’den sonra İngilizlerin Mısır, Kasr el Nil kışlasında altı ay esir kaldı. Oradan da harp suçlusu olarak Malta’ya getirildi. Burada da iki yıl esir hayatı sürdürdü. Aynı zamanda İstanbul’da da idam cezasına çarpırıldı. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın teşebbüsleri ile Malta’dan diğer tutuklananlarla birlikte serbest bırakıldı. İtalya, Almanya, Rusya üzerinden gelerek 2 Ağustos 1921’de Kars’ta vatana ayak basabildi. 24 Eylül 1921’de Ankara’ya geldi. 12. Tümen komutanı olarak Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ne katıldı. 1922’de TBMM tarafından Kabil Elçiliğine tayin edildi. Afganistan’da 4 yıl kaldı. 1926’da yurda döndü. 22 Kasım 1948’de tarihinde seksen yaşında vefat etti. Mezarı Rumelihisarı Mezarlığındadır. Mezar taşında şöyle yazar:
“Birinci dünya Harbi’nde Medine Kahramanı Müdafii Fahrettin Paşa burada yatıyor. El Fatiha.”
Medine muhasara altında iken görevli Mülazim İdris Sabih Bey’in, Resulllah Efendimiz’in kabrini korumak için verilen bu şanlı mücadelenin en sıkıntılı günlerinden birinde Fahreddin Paşa’ya ithafen yazıp Peygamberimiz’e hitap ettiği şu şiir Müslüman- Türk milletinin bu milli mücadele ruhunu ve eşsiz imanını ne güzel bir şekilde orta koymaktadır:
***
Bir Ulü’l-emr idin emrine girdik
Ezelden bey’atli hakanımızsın
Az idik sayende murada erdik
Dünya ve ahiret sultanımızsın
***
Unuttuk İlhan’ı Kara Oğuz’u
İşledik seni göz bebeğimize
Bağışla ey şefi’ kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize
***
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle
Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur
Doyarız bir lokma şefaatinle
***
Nedense kimseler dinlemez eyvah
O kadar saf olan dileğimizi
Bir ümmi isen de ya Rasulallah
Ancak sen okursun yüreğimizi
***
Ne kanlar akıttık hep senin için
O Ulu Kitab’ın hakkıçün aziz
Gücümüz erişsin ve erişmesin
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz
***
Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz
Can verir canânı veremez Türkler
Ebedi hadimü’l-Harameyniniz
Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler


****

Osmanlı’yı içten parçalamak için misyoner-ajanları kullandılar

 Yıllardır dünyanın en problemli bölgelerinden biri olma özelliğini sürdüren Ortadoğu’nun, sorunlarının kökü 200 yıl öncesine kadar iner. Meselenin temelinde başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki hesapları yatmaktadır. Bilhassa İngiltere Osmanlı Devleti üzerinde çok girift hesapları olan bir devlettir. Bu maksada yönelik olarak İngiltere 17. yy. ortalarından itibaren Ortadoğu’ya çok sayıda ajan-misyoner göndermiştir. Bu misyonerlerin iki gayesi vardı. Birincisi Osmanlı’yı yıkmak, diğeri Müslüman halkları Hıristiyanlaştırmak.
Misyoner-ajalar bu gayeyi
gerçekleştirmek için:
1. "Merkezî otoriteyi tesis eden tasavvuf kurumunu",
2. "İslam"ı ve "Kur’an"ı tahrif edebilmek için hadislerin kaynakları konusunda ihtilaf çıkararak hadis müessesini ve peygamberin sünnetini tahrife yöneldiler.
Nitekim 1710 yılında İngilizler tarafından ajan-misyoner olarak İstanbul’a gönderilen "Humpher", Müslümanlar arasında,
& "Renk ayırımını"
& "Kabile ihtilaflarını"
& "Arazi ihtilaflarını"
& "Dinî ihtilafları"
& "Kavmiyetçilik" akımlarını tutuşturmakla görevlendirilmiştir.
Zira Osmanlı’yı yok etmenin yani millî birliğini bozmanın yolu dinî birliği ve din müessesini çökertmekten geçmekteydi... Bunu gayet iyi bilen İngilizler, hedeflerini gerçekleştirmek için Osmanlı hâkimiyeti altındaki beldelere özellikle Ortadoğu ve başkent İstanbul’a yüzlerce ajan-misyoner gönderdiler. Bunların bazıları "Humpher", "Lawrance", "Wayt", "Francis E. P. Botta"dır. Bu ajanlar devamlı surette o dönemde Ortadoğu’yu hakimiyeti altında bulunduran Osmanlı’yı sömürücü kendilerini ise kurtarıcı olarak lanse ediyorlardı.
Bu misyonerler ayrıca Osmanlı Devleti’nin İslam medeniyetini gerilettiğini, kısırlaştırdığını iddia ediyor ve devamlı olarak Arapları Türklere, Türkleri de Araplara kötülüyorlardı. Ve hatta Osmanlı Devleti’yle anlaşma yapmak üzere olan Yemenli Şeyh Hasan’a, Fransız ajanı Botta, Türklere güvenmemesi gerektiğini telkin etmiş ancak telkinlerinin etkili olmadığından da yakınmıştır.
Misyonerlerin en önemli taktiklerinden biri de gittikleri ülkelerin halkının kıyafetiyle dolaşmak ve bu surette dikkatleri çekmemekti. Suriye’ye gönderilen bir misyoner bu konuda şöyle demektedir: “Şam’a varınca sırtımdaki redingotu attım ve bir Arap gibi giyindim. Arap gibi yaşıyor ve onlar gibi yiyip içiyordum. Arabın nasıl düşündüğünü biliyor ve ona göre hareket ediyordum. İşte seyahat edilmesi ve araştırma yapılması son derece zor olan bu ülkelerde başarılı olanın sırrı budur.”
’Bu ülkelerde başarılı olmak’ ifadesiyle kastedilen, bu bölgelerdeki Müslüman halkın arasına sızıp onların hadis ve sünnete, dört mezhebe ve tasavvuf kurumuna olan bağlılık ve itikatlarını çökertmek suretiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgelerdeki hâkimiyetini ortadan kaldırmak ve buraları İngiliz sömürgesi haline getirip, halkı Hıristiyanlaştırmaktır. (Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yay., s.7880).

Ajan Humpher’in korkunç itirafları

1710 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nın emri ile "Mısır", "Irak", "İran", "Hicaz" ve "İstanbul"a ajan olarak gönderilen Humpher, hatıralarını bir kitapta derlemiştir. İngilizlerin kısaca "böl, yok et" şeklindeki düşüncelerini ihtiva eden bu kitaptan bazı maddeleri özetle ibret nazarlarınıza sunalım:
Sünni ve Şii Müslümanlar arasında fitne çıkarmalı, mezhebî ihtilafları körüklemeli, müslümanların cehalet ve bilgisizliği sağlanmalı, her türlü eğitim ve öğretim merkezlerinin kurulması önlenmeli, tembelliği teşvik etmeli, çalışkanlığa mâni olmalıyız.
Seyahat özgürlüğü ortadan kaldırılmalı, şehir merkezlerinde ve köylerde fitne arttırılmalı, kötüler ve kötülükler korunmalı, suçluların, fitnecilerin, silahlı soyguncuların cezalandırılmaları önlenmeli, yol kesiciliğe, çapulculuğa teşvik edilmeli ve bütün bunları yapan adamlara silah ve para dağıtılmalı. Müslümanların ırkçı ve milliyetçi duyguları kamçılanmalı.
İçki, kumar, fesat, domuz eti kullanmayı ve fuhşu yaymalı Müslümanları, İslam ahkâmını ayaklar altına alma, Allah’ın emrettiklerine ve nehyettiklerine uymama noktasında teşvik etmelidirler. Din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı saygı ve dostâne ilişkiler bozulmalıdır. Din âlimlerine iftira edilmeli, din âlimleri arasına, Sömürgeler Bakanlığı memurlarını din âlimi kisvesi altında yerleştirmelidir.
Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlerin takipçilerinin de Müslüman olduğu biçiminde fitneler uydurmalı, kilise yapılması için zemin oluşturmalıdır. “Yahudileri Arap yarımadasından çıkarınız” veya “Arap yarımadasına iki ayrı din sığmaz” gibi hadislerin doğruluğu üzerinde şüphe uyandırmalıyız.
Müslümanları ibadetlerinden alıkoymak ve şüphe uyandırmak gerekir. Haccı anlamsız göstererek, Müslümanları Mekke yolculuğundan alıkoymalı, İmamlar ve din büyüklerine türbeler yapımı, yeni cami ve medrese inşâsı her ne şekilde olursa olsun önlenmeli, mübarek ve mukaddes mekanların ziyaret edilmesi engellenmelidir.
Ailelere nüfuz edilerek aile içi ilişkiler sömürü kültürünün etkisinde bozulmaya çalışılmalıdır. Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmeleri için olağanüstü bir çaba sarf etmeliyiz. Ajanlarımız gençleri gayri meşru ilişkilere teşvik etmeli ve bu şekilde İslam toplumlarında fesadı yaymalıdırlar.
Peygamber soyundan gelen ailelere gösterilen saygı ve bağlılık ortadan kaldırılmalıdır. Bunu yapabilmek için bazı ajanları siyah veya yeşil sarık ile giyindirerek Peygamber soyundandır diye tanıtmalıyız. İmam Hüseyin’e mâtem tutulan merkezler veya medreseler harabeye çevrilmelidir.
Müslümanların zihinlerine, özgürce düşünme fikrini, niçin ve nedenleri yerleştirmeliyiz. İslam’ın bir kabile dini olduğu vurgulanmalı, Müslümanların elinde bulunan Kur’an’ın gerçek Kur’an olup olmadığı yolunda şüpheler uyandırılmalıdır. Özellikle Yahudi ve Hıristiyanların aleyhine olan ve iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ayetler Müslümanların inancından silinmelidir. Diğer önemli bir konu da hadis ve rivayetler hususunda şüphe uyandırmaktır... (Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yay., s.102–120).

Medine’nin Osmanlı’dan çıkışı

Fahrettin Paşa her sabah kefene bürünerek ve başına beyaz sarık sararak Allah Resulünün kabrini kendi elleriyle siler, süpürürdü. I. Dünya Savaşı’nın bütün imkansızlıklarına rağmen Medine’yi müdafaa ediyordu. İstanbul’dan gelen “Medine’yi boşaltın” emrine direniyor, kendini "mücavir" olarak görüyordu. Hem Filistin’i müdafaa, hem Medine’yi muhafaza o günün şartları müsait olmadığından Mondros Mütarekesi ile Medine’nin boşaltılmasına karar verilmişti. Haşimî Hükümeti adına emir Ali bin Hüseyin ve İngiltere adına Müttefik Devletleri Mutemedi sıfatını kullanan Capilan Corland mütarekenin 16. maddesiyle Medine’nin boşaltılmasını karar altına almışlardı. Şerif Hüseyin veda ziyareti için Harem-i Şerif’de bulunan Fahrettin Paşa’nın mücavirliğini kabul etmiyor ve bir an evvel Harem’den çıkıp Medine’yi terk etmesini istiyordu. Osmanlı subayları da Şerif Hüseyin’in işbirliği yaptığı silahlı bedevileri şehre saldırtmasından korkuyorlardı.
Fahrettin Paşa’yı ikna ederek Harem-i Şerif’den çıkmaya razı ettiler. Sıra Türk askerlerinin Medine’yi terk etmelerine gelmişti... Yerli halk, Ravza-i Mutahhara’ya veda ziyaretinde bulunan Osmanlı askerleri ile birlikte ağlıyor, Harem-i Şerif’e hizmet eden harem ağaları (ağavatlar) Mehmetçiklerin boynuna sarılıyorlardı. Bu noktada yerli halk ile Osmanlı’yı arkadan vuran grubu birbirinden ayırmak lazımdır. Osmanlı Devleti’ne ihanet eden ve İngilizlerle işbirliği yapanlar Şerif Hüseyin gibi makam hırsıyla dolu bazı kimseler ve İngiliz ajanı Lawrence’in kışkırttığı urbanlar yani çöl bedevileridir. Yerli halk ise Osmanlı idaresinden son derece memnundu. Osmanlı askerleri buralardan ayrılırken halkın arkalarından ağlaması bu hakikatin en güzel ifadesidir.
Esasen Osmanlı Devleti böyle hazin bir yenilgi ve ihaneti hak etmemişti. Zira başta Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere olmak üzere bütün Hicaz Bölgesi Osmanlılar zamanında iktisadî ve sosyal yönden son derece gelişti, mimarî açıdan güzelleşti. Osmanlı asker ve yetkilileri Medine halkına son derece itibarlı davranırlardı.
Medineliler vergi ödemez, askere alınmazlardı. Osmanlı buralara hâkim olduktan sonra kimsenin elindeki mülke dokunmadı. Allah Resulü’ne saygısızlık olur düşüncesiyle, inşâ edilen hiçbir bina Kubbetü-l Hadra’dan yüksek tutulmadı. Osmanlılar Allah Resulü’ne saygı ve hürmette o dereceye varmışlardı ki, bir kilometrelik mesafeden Peygamber rahatsız olmasın diye tren raylarının altına keçe döşemişlerdi. Mescid-i Nebi inşâ edilirken kırılan taşlar kırıldıkları yerde şekillendirilir, yeşil ipekler içinde ve salat-ü selamlarla getirilip duvardaki yerlerine konurdu. "Peygamber soyuna yük taşımak yaraşmaz" diyen Osmanlı askerleri Medine halkının ununu, şekerini, yağını evlerine kadar taşırlardı.
Harem-i Şerif’in hizmetkârı olan harem ağaları küçük yaşta Osmanlı saraylarında terbiye edilip yetiştirilir, tam bir İstanbul beyefendisi haline geldiklerinde Harem-i Şerif hizmeti için gönderilir ve ömürlerinin sonuna kadar bu mübarek vazifeyi îfâ ederlerdi. Harem’in her türlü temizlik, kapılarını açıp, kapatma işlerini yürütürler, Kabr-i Şerif’i her Cuma silip süpürürlerdi. Oradan alınan tozlar çuvallara doldurulup, daha sonra da küçük keselere konularak hacılara dağıtılırdı. Her sene değiştirilen Kâbe örtüleri de hatimlerle indirilip, tekbirler getirilerek küçük parçalar halinde kesilir ve hacılara dağıtılırdı. (Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yay., s.148–150).

(Bu çalışmayı; eserlerinden ilham alarak yola çıktığım ilim, fikir ve siyaset adamı Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş beyefendiye ithaf ederim.)

Oğuz Köroğlu - Yeni Mesaj

 

Yararlanılan Kaynaklar:
Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, İcmal Yay. İst., 2000
Ferudun Kandemir, Medine Müdafaası. İstanbul, 2006.
Naci Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, İstanbul 1994.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Harbi. Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekatı. Genelkurmay Yayınları, Ankara, 1978.
Cemal Paşa, Hatıralar. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2001.
Türk İstiklâl Savaşı, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, Cilt 1.

 

Kaynak: YENİ MESAJ GAZETESİ
 
[-1-].http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=10003526&tarih=2010-09-06
[-2-].http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=10003537&tarih=2010-09-07
[-3-].http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=10003550&tarih=2010-09-08
[-4-].http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=10003562&tarih=2010-09-09
[-5-].http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=10003571&tarih=2010-09-10
 



Bu haber 3,887 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    8,287 µs