Bir Meşrep
Olarak Alevîlik
Alevîlik ne bağımsız bir dindir, ne de Zerdüştîliğin bir uzantısı
(devamı)… Olsa olsa Şah İsmail ile zirve yapmış bir “12 İmam Şiîliği”dir.
Heteredoks bir İslâm inancı olduğunu söyleyenler de vardır. İslâm’ın farklı bir
zenginliği; yorumu, şubesidir. Anadolu-Azerbaycan hattında yeşeren, İslâm
dairesinde yer alan bir nevi Türk/Türkmen yorumudur anlayacağınız.
Alevîlik, bir hayat tarzı; bir ilâhîlik ve irfanîlik bütünlüğüdür.
Pîr Sultan Abdal vb. şahsiyetlerden hareketle Alevîliği -yerine göre- toplumsal
bir başkaldırı olarak niteleyenler de çıkmıştır. Burası önemlidir. Zira bu
bakış açısından hareketle Komünist ideoloji, Anadolu Alevîliğine sızmaya
teşebbüs etmiştir. Bunu da siyaset yoluyla; kültür, sanat… kodları ile yapmaya
çalışmıştır. Sadece Komünistler mi? Ondan önce de Materyalistler, Alevîliğin
zengin kültür mirasını yağmalamak istemişlerdir.
Ali bindi Düldül ata.
Can dayanmaz bu fırkata.
Bozkurt ile kıyamata,
Kalan dünya değil misin?
diyen Pîr Sultan Abdal’dan, Balkanların İslâmlaşmasına büyük emeği
geçen Gül Baba’ya; Hanefî iklimde yaşayan Ertuğrul Bey oğlu Osman’a kızını vermek
suretiyle Anadolu’da Alevî-Sünnî kardeşliğinin asırlarca sürmesini, pekişmesini
sağlayan Şeyh Edebali Hazretlerine dahası Beydağlarında yaşamış bir başka pîr-i
fâni, Abdal Musa’ya varıncaya kadar onlarca gönül eri Türk’ün ruh kökünün,
gönül zenginliğinin tezahürlerindendir. Bilinen ilk dedemiz, Dede Korkut’tan
tutun da Hoca Ahmet Yesevî Pîrimize kadar birçok gönül eri, Müslüman Türk
birliğinin, dirliğinin harcını karmıştır. Hanefî, Câferî; Mevlevî, Bektaşî olan
bizlere düşen görev de Hacı Bektaşi Veli Hazretlerinin “Bir olalım, iri olalım,
diri olalım!” düstûrunu dimağlarımıza (akıl, şuur) kazımak, gönüllerimize
nakşetmek böylelikle de birlik harcının, mayasının gereğini yerine getirmek olmalıdır.
Gelin tanış olalım.
İşi kolay kılalım.
Sevelim, sevilelim.
Dünya kimseye kalmaz.
dizelerini dünya-âlem bilirken; bu dizeler levha yapılıp, Birleşmiş
Milletlerin duvarlarına asılırken; bizim, Yûnus Emre’den feyizlenmememiz -en
hafif deyişle (tâbir)- patolojik yani marazî bir sorun olarak açıklanabilir. Üstelik
ilim öğrenmeyi, gönül keşfini, hâd bilmeyi salık veren bir Yûnus’dan feyiz
almak, bu topraklarda yaşayan herkesin vicdan borcudur. Özellikle de Ebu Hanife’nin
gönül ikliminde ömür sürenlerin…
Samimi ve masumane edalarla “Cem evi ibadethane olsun.” diyenlerin
dillerinin çatal, yüreklerinin kara olmadığı ne malûm? Dün, tekke ve zaviye
konumundaki (statü) bu mekânları; bugün, caminin karşıtı gibi göstermek Gâzi
Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişiyle (tâbir) gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet
olmuyor mu? Azerbaycan’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Yemen’de,
Mısır’da, Sudan’da ve daha birçok yerde Şiî Müslümanların ibadethanesi cami
iken kalkıp da abdest nasıl alınır, namaz nasıl kılınır gibi amelî yani
uygulamaya dönük konularda Hanefîliği takip eden; imanî ve/veya itikadî
hususlarda yani inanç noktasında ise 12 İmam Caferîliği yahut İmamîyye kolu
olarak adlandırılan iklime yakın duran Alevîleri camiden dışlamak, uzaklaştırmak
kimsenin hâddine olmasa gerektir.
Hz. Ali (Allah, ondan razı olsun.) “İlim, bir nokta idi. Cahiller,
onu çoğalttı.” der. Bu tespitin ne kadar doğru olduğuna; Hz. Ali’nin ne kadar
feraset sahibi, ne kadar ileri görüşlü bir ‘kul’ olduğuna onay (ikrar) vermemek
elde midir? Bilgisizlerin (cahil) Allah bir, Kur’an bir, peygamber bir, kıble
bir diye giden dinî değerleri nasıl çoğalttıklarının ve daha da çoğaltacaklarının
tespiti, teşhisidir bu söz. Peki, ya tedavi?.. Onu da Hacı Bektaşi Veli Pîrimiz
buyurmuştur: “Bir olalım, iri olalım, diri olalım!.”
Ebu Hanife’nin, Sıffin Savaşı olarak adlandırılan uğursuz (meş’um)
olayda “seçilmiş halife” olan Hz. Ali’yi haklı bulduğu; Emevîlerin, Hz.
Peygamberin ailesine (ehl-i beyt) yaptığı haksızlığı, zulmü gördükçe Hz. Hüseyin’in
soyundan gelenlere arka çıktığı sır değildir. Bu tutumunu Abbasîler döneminde
de sürdürmüş ve her iki hanedanlık döneminde de baskıya, kovuşturmaya, zulme
maruz kalmıştır. En sonunda da zindanda, zehirlenerek öldürüldüğüne dair
kuvvetli tezler (iddia) vardır. Kısacası İmam-ı Âzam (Büyük İmam) lâkaplı
mezhep önderimiz Ebu Hanîfe Hazretleri, İslâm’ın ve Türk/Türkmen töresinin emri
olan “güçlülere karşı, güçsüzleri koruma; zalime karşı, mazlumun yanında yer
alma” düsturuna sadık (bağlı) kaldığı için cezalandırılmıştır.
Peki, Ebu Hanife kimdir? Evvel zaman içinde bir gün dere kenarında
bulduğu elmayı ısırıp, helallik almak için elma bahçesinin sahibine üç yıl
hizmet eden Türkmen dervişi Sadık’ın oğludur. Künyesi, Türkçe söylemle Sadık
oğlu Numan; Arapça söylemle Numan bin Sadık olarak kayıtlara geçmiştir. Küçük
yaşta babasını kaybeden Numan, Bağdat’ta annesi ile yaşamaya başlar. Okul çağı
gelince, Hz. Hüseyin’in soyundan gelen Câfer-i Sadık Hazretlerinin ilim-irfan
halkasına dâhil olur. Dahi derecesinde bir zekâya sahip olan küçük Numan kısa
sürede herkesin sevgilisi olur. Bu arada Cafer-i Sadık Hazretleri de, Sultan
Alpaslan’ın deyişiyle (tabir) bidat bilmez, temiz Müslümanlardan olan bu
Türkmen ailesinin hikâyesini öğrenir. İffet ve takva sahibi Türkmen kadınıyla
yani küçük Numan’ın annesiyle Allah’ın emri, peygamberin kavli üzere evlenmek
ister. Eş-dost, hısım-akrabanın da araya girmesiyle kadın, Cafer-i Sadık
Hazretlerinin evlenme teklifini kabul eder. Kısacası (vel’hasıl) İmam Câfer-i
Sadık Hazretleri, İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin hem hocası hem de üvey babasıdır. Ebu
Hanife Hazretlerini çerağ
(çıra, ışık) kabul eden Türkmen (Oğuz/Ogur)
toplulukları -belki de bu evliliğin hikmetiyle- yüzyıllar boyu Şiî ve Sünnî iklimde
yaşayan Müslümanlar arasında bir tür gönül köprüsü olmuşlardır. Ve bir ayrıntı
(detay): Cafer-i Sadık Hazretleriyle ilgili eserlerin kaleme alınması, dolayısıyla
Câferîlik mezhebinin temellerinin atılması onun ölümünden -neredeyse- iki yüz
yıl sonra ortaya çıkmış bir olgudur.
Şiî-Sünnî ayrışmasının (tefrika) temellerinin Sıffin savaşı ile atıldığı
söylenir. İslâm halifesi Hz. Ali ile Ebu Süfyan’ın oğlu ve de Şam Valisi olan Muaviye
arasında geçen Sıffin savaşı konusunda İmam Şafiî “Allah-û Teâlâ bizim elimizi
o olaya (Sıffin savaşı) bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım.”
demiştir. Peki ama kimin haklı, kimin haksız olduğunu sonraki kuşaklar nasıl ve
kimlerden öğrenecektir? Şiî-Sünnî meselesinde kötü niyetli kişilerin bozgunculuğuna,
kışkırtmalarına (provokasyon); bu bozguncuların, kışkırtıcıların (provokatör) eylemlerine
nasıl engel olunacaktır? Irak’ın, modern zamanların Haçlı orduları tarafından
işgal edilmesinden sonraki süreçte -canlı/cansız- ilk bombaların Kerbela’da
patladığını da hesaba katarak biz, bu meselede, “İmam Şafiî de elini taşın altına
koymalıydı” diye düşünüyoruz. Ki Hz. Ayşe’nin de ilerleyen yıllarda, Hz. Ali’ye
karşı oluşturulan orduya katıldığı için çok pişman olduğu hatta Hz. Ali’den af
dilediği ile ilgili söylentiler (rivayet) de göz önüne alındığında bu uğursuz
olayda bizim tarafımız bellidir.
Özetleyecek olursak; Alevîlik, İslâm dairesinde yer alan çok
sayıdaki akımdan (ekol) biridir. Mezhep değil, meşreptir. Alevî-Bektaşî
sözcükleri çoğu zaman birlikte kullanılsa da bu iki tanım/terim birbirinden
farklı olguları ifade eder. Bektaşîlik de tıpkı Yesevîlik, Mevlevîlik gibi bir
Türk tarikatıdır. Tarikatın kurucusu olan Hacı Bektaşi Veli, bizzat “Pîr-i
Türkistan” lakaplı Hoca Ahmet Yesevî tarafından Anadolu’ya gönderilmiştir. Yine
Osmanlıların, Balkanları fethinde Bektaşî baba ve dedelerinin katkısı büyük olmuştur.
Misal bunlardan biri de türbesi Macaristan’da bulunan Gül Baba’dır. Bütün
Alevîler Bektaşî değildir yine bütün Bektaşîlerin de Alevî olduğu söylenemez.
Ki Osmanlı ordusunda padişahların muhafız alayı konumundaki Yeniçerilerin, Hacı
Bektaşi Veli Pîrimizle ilişkilendirilen silah kuşatma söylentisinden/geleneğinden
ötürü genellikle Bektaşî tarikatına bağlandıkları (intisap) dahası bu
askerlerin Hanefî mezhebinden oldukları da bilinmektedir. Haliyle Alevî cemaati
ve Bektaşî tarikatı söylemi daha yerinde bir tanımlama olacaktır. Yine Abütün
Alevîler amelî konularda yani abdestin nasıl alınacağı, namazın nasıl
kılınacağı gibi uygulamalarda Ebu Hanife’yi taklit ederler. İtikadî yani
inançla ilgili konularda ise İmam Maturidî’nin görüşlerine çoğu zaman
katılmakla birlikte, on iki imamın masumiyeti ve halifelik meselesi noktasında Câferîlik
mezhebine kayarlar. Bir kısım Türkmen topluluklarının inanç (itikat)
noktasındaki bu kayışında Safevî hükümdarı Şah İsmail’in etkisi büyük olmuştur.
Aslına bakarsanız (haddizatında), “masumluk” özelliği de sonuçta bir peygamberlik
belirtisi (alâmet, nişâne) olduğu için inanç (itikat) noktasında İmam
Maturidî’nin görüşleri akla daha yatkındır. Yine Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın
halifeliklerinin kabul edilmemesi hatta onlara sövülüp-sayılması meselesi de
-özellikle- Avşar İmparatorluğunun büyük hükümdarı Nadir Şah’ın kişisel çabaları
sonucunda sorun olmaktan çıkmıştır.
Sözün kısası (vel’hasıl-ı kelâm) geçmişi deşelemenin; ayrılıkları-gayrılıkları
körüklemenin kimseye bir faydası olmaz. Bize düşen, -“Gel, gel, ne olursan ol
yine gel!.” diyen Hz. Mevlâna’dan ilhamla- birbirimize karşı, gönül
kapılarımızı ardına kadar aralamak olmalıdır. Hem bir tür Türk/Türkmen meşrebi
olan Alevîlikle, Türk/Turan mezhebi diyebileceğimiz Hanefîlik arasında ne gibi
bir sorun olabilir ki? Haliyle yine Hz. Mevlâna’dan ilhamla “Dünde kaldı, düne
ait ne varsa cancağızım. Artık yeni şeyler söylemek lâzım.” deyip; muhabbetimize,
Pir Sultan Abdal’ın bir başka dörtlüğü ile noktayı koyalım:
Pir Sultan Abdal’ım, var mı sözün hatası?
Öldür hırsı, nefsin Hakk’a yetesi.
İsmail’e inen koçun atası,
Kurt donunda alıp giden kim idi?
Aziz Dolu Atabey
Türkmen Dünyası Birliği..
http://www.facebook.com/groups/turkmendunyasibirligi/
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle