En Sıcak Konular

DERSİM'DE SOYKIRIM OLMADI BAŞKALDIRI BASTIRILDI

25 Kasım 2009 17:29 tsi
DERSİM'DE SOYKIRIM OLMADI BAŞKALDIRI BASTIRILDI 21 Mart 1937 gecesi başlayan ayaklanma tam bir buçuk yıl sürdü. İsmet İnönü'nün başbakanlığında başladı; Celal Bayar'ın başbakanlığında bitti.

Harekat başlıyor

Mayıs'ta başlayan hava harekâtının sorumluluğu Atatürk'ün manevi kızı, ilk kadın pilot Sabiha Gökçen'e verilmişti. İngiliz Büyükelçisi'nin raporunda Gökçen'den şöyle söz ediliyordu: "Sabiha Gökçen'in asilerin bir kalesini başarıyla bombalaması, İstanbul basınında heyecan yarattı"
21 Mart gecesi başlayan ayaklanma, Dersim'in dağlık olan coğrafi yapısı nedeniyle bir türlü bastırılamıyordu. Bölgeye erişmek çok güçtü. General Abdullah Alpdoğan'ın yürüttüğü kara harekâtı, ayaklanmayı bastırmaya yetmemişti. Üstelik bundan moral bulan Seyit Rıza ve yandaşları, ayaklanmayı sürdürme niyetlerini ortaya koymuşlardı. Bu gelişmeler üzerine Genelkurmay'ın emriyle hava harekâtı yapılması kararlaştırıldı. 3 Mayıs 1937 günü Keçiseken Köyü'nün bombalanmasıyla askeri harekât başlamış oldu. Bombalamanın başlamış olması ayaklanmaya katılan bazı aşiret reislerini ürkütmüştü. Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'nın artık teslim olması gerektiğini düşünüyordu. Ancak Seyit Rıza, buna razı olmadı. Seyit Rıza, Munzır Suyu yakınlarında topladığı aşiret reislerini direnişe devam konusunda ikna etmeyi başardı.

Sabiha Gökçen, havadan

3 Mayıs'ta başlayan hava harekâtının sorumluluğu Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'e verilmişti. Böylece ilk kadın pilot Sabiha Gökçen 1. Tayyare Alayı ikinci Bölüğü'nde Dersim harekâtına katıldı. Gökçen, harekât sırasında, Tunceli Valisi ve Komutanı General Abdullah Alpdoğan'ın evinde kaldı. İngiliz Büyükelçisi Loraine'in 3 Temmuz'da Londra'ya geçtiği raporda Sabiha Gökçen'den şöyle söz ediliyordu: "Sabiha Gökçen'in asilerin bir kalesini başarıyla bombalaması İstanbul basınında heyecan yarattı." Uçaklardan sadece bomba yağmıyor, bildiriler de atılıyordu. 4 Mayıs 1937 tarihini taşıyan bildirilerde şu ifadeler yer alıyordu: "Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz." Sabiha Gökçen'li hava harekâtı, ayaklanan aşiretleri büyük bozguna uğratmıştı. Ancak ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza hala yakalanamamıştı.

Seyit Rıza, yardım istiyor

Askeri kuvvetler bölgede Seyit Rıza'yı ararken, Seyit Rıza da o tarihlerde İngilizlerden yardım arayışı içindeydi. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na bir mektup yazan Seyit Rıza, İngiliz hükümetinden beklediği desteği bulamayacaktı. Çünkü İngiliz Dışişleri Bakanlığı mektubu dikkate almadığını bildirecekti. Diğer aşiret reisleri bir bir yakalanıyordu. Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer ve Kureyşanlı Hasso Seydo da sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilen aşiret liderleriydi. İsyan bölgesindeki çember de daralıyordu. Nihayetinde Seyit Rıza da ayaklanmanın başladığı tarihten yaklaşık 6 ay sonra 12 Eylül (bazı kaynaklara göre 5 Eylül, bazı kaynaklara göreyse 10 Eylül) günü tutuklandı.

Oto farında mahkeme

Sonradan Dışişleri Bakanlığı da yapacak olan İhsan Sabri Çağlayangil'in "Anılarım" adlı kitabında Seyit Rıza'nın idamına ilişkin ilginç ayrıntılar bulunuyor. Çağlayangil, mahkemenin sona erdiği tarihlerde Atatürk'ün Singeç köprüsünü açmak üzere bölgeye geleceğini duyan bölge halkının Seyit Rıza'nın affedilmesi için Elazığ'da bir hazırlık yaptığını ifade ediyor. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer ise bu kişilerin Atatürk'ün karşısına çıkarılmamasını istiyor. "Çıksalar bile iş işten geçmiş olmalı" diyor. Yani Atatürk bölgeye ulaştığında Seyit Rıza meselesinin kapanmış olması isteniyor. Bunun üzerine Elazığ'a giden Çağlayangil, bu talebi emniyet müdürü ve savcıya iletiyor. Ancak savcı, "Kural dışı bir iş yapamam" cevabını veriyor. Savcı Cumartesi gününün tatil olduğunu, bu nedenle mahkeme kurulamayacağını anlatıyor. Buna rağmen aynı talep hakime de iletiliyor. Fakat hakim de cumartesi mahkeme kurulamayacağını söyleyerek diretiyor. Hakim "Mahkemeyi ancak pazartesi kurar, idamları da Salı günü infaz ederiz" diyor. Ancak bahsi geçen gün, Atatürk'ün bölgeye geleceğini bilen Çağlayangil, hakime Pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açmayı teklif ediyor. Bu talep kabul görüyor ama bu sefer de o saatte elektriklerin olmaması sorun yaratıyor. Çağlayangil ise "Otomobil farlarıyla hapishaneyi aydınlatırız, halkevine de lüksler koyarız" diyerek hakimi ikna ediyor. Ve nihayetinde, otomobil farlarının ışığında sabaha karşı kararlar açıklanıyor.
Böylece Ekim ayında başlayan yargılama 15 Kasım'da sona eriyordu. 58 kişinin yargılandığı mahkeme, 11 kişiyi idam cezasına, 33 kişiyi de ağır hapis cezasına çarptırdı. İdam cezasına çarptırılanların dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30 yıla indirildi.

Ve Seyit Rıza idam ediliyor

Sonuçta 7 kişi idam edildi. 14 kişi ise beraat etti. Çağlayangil'in anılarında, idamdan önce savcının Seyit Rıza'ya namaz kılıp kılmayacağını sorduğu, Seyit Rıza'nın ise istemediği belirtiliyor. Seyit Rıza'nın idam sehpasına giderken son sözleri ise şunlar olmuştu: "Evladı kerbelayıh!.. Bi hatayıh!.. Cürümdür... Zulümdür... Cinayettir..." 15 Kasım 1937'de Seyit Rıza, küçük oğlu Refik Hüseyin, Seyhan Aşireti reisi Seydo Hasso, ve Yusufhan Aşireti reisi Kamer'in de aralarında bulunduğu kişilerle birlikte asıldı. Böylece Dersim ayaklanması sona eriyordu. Ancak çok geçmeden Dersim yeniden karışacaktı.

Dersim 1.5 ay sonra yeniden karışıyor

İdamlardan sadece bir buçuk ay sonra bölge yeniden karışacaktı. Ocak 1928'de Ovacık ilçesi Kaçkerek köyünde jandarmaya pusu kurulmuş ve 9 jandarma eri öldürülmüştü. İsyan kalıntıları devam ediyordu. Ancak hava koşulları yeni bir harekata izin vermiyordu. Bu nedenle bahar ayları beklendi. 6 Eylül'de ilkinden daha kapsamlı olan ikinci harekat başlatıldı. Harekat 16 Eylülde sona erdi. Harekatın ardından 1938'de Zorunlu İskan Yasası çıkartıldı. Dersim'li hukukçu yazar Hüseyin Aygün'ün Dersim 1938 ve Zorunlu İskân kitabında bu yasa ile 7 ila 12 bin kişinin Batı illerine gönderildiği tahmin ediliyor.

İnönü ile başladı Bayar ile sona erdi

21 Mart 1937 gecesi başlayan ayaklanma tam bir buçuk yıl sürdü. İsmet İnönü'nün başbakanlığında başladı; Celal Bayar'ın başbakanlığında bitti. İsmet Paşa 1937 Eylül'ünde istifa ettikten sonra başbakanlığa Celal Bayar gelmişti. Kaynaklar ikinci harekat için daha yoğun tedbirler alındığında hemfikir. Bugünlerde çokça tartışılan ağır yöntemlerin sorumlusunun kim olduğu ise ayrı bir tartışma konusu. Ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılması kimi kaynaklarda Celal Bayar'ın askeri tecrübe sahibi olmamasına bağlanır. İnönü'nün askeri tecrübesi olması nedeniyle ayaklanmayı daha soğukkanlı yönettiği, Bayar'ın ise, bu konuda deneyimli olmadığı için aceleci davranarak, ayaklanmayı bir an önce bastırma eğiliminde olduğu ifade edilmektedir.
Diğer yandan sorumluluğu Atatürk ve İnönü'ye yükleme eğilimi de son günlerde taraftar bulmaktadır. Yine de unutmamak gerekir ki bugün yapılan Dersim tartışmaları tarih zemininden çok siyaset zemininde sürmektedir. Bu da Dersim'de yaşananların farklı şekillerde okunmasıyla sonuçlanmaktadır. [1]

Dersim’de soykırımı olmadı sadece başkaldırı bastırıldı

Son günlerde yeniden tartışılan Dersim olaylarıyla ilgili konuşan Ankara Üniversitesi İnkilap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ertan “Belirli aşiretlerin devlete karşı başkaldırısı vardı. Devlet de bunu sert bastırmıştır. Ancak soykırımından söz edilemez” dedi
1937-38’DE Dersim’de yaşananları, kaynaklara dayanarak özetledikten sonra, günümüzdeki tartışmalara ilişkin değerlendirmelerle devam ediyoruz. Dersim’de yaşananların nasıl adlandırılacağı konusunda farklı görüşler var. TBMM’deki konuşmasında Onur Öymen, Dersim olaylarından “isyan” diye bahsederken, DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis, “Dersim’de isyan yoktu” diye çıkıştı. Peki ama Dersim’de yaşananlar isyan mıydı, değil miydi? Dersim bugün neden farklı şekillerde algılanıyor? Dersim’deki olayların nedeni etnik mi, yoksa mezhepsel miydi? Dersim’e 2009’dan bakanlar yaşananları nasıl yorumluyor? İlk konuğumuz Ankara Üniversitesi İnkilap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Temuçin Faik Ertan.

Devletlerde bilinçaltı vardır

1937-38’de Dersim’de yaşananları nasıl tanımlıyorsunuz?

Orada bir başkaldırı var. Ama konu artık siyasallaşmış bir durumda. Orada belirli aşiretlerin devlete karşı bir direnişi, başkaldırısı var. Devlet de geçmiş deneyimlerinden ve biraz da bilinçaltından hareketle, bu başkaldırıyı sert bastırmıştır. Ama unutmamak lazımdır ki devletlerde de bilinçaltı vardır. 1925’te Şeyh Sait, 1930’da Ağrı hadiseleri var. Nasturiler, Koçgiri derken Dersim’de hadiseler oluyor. Cumhuriyetin ilk 15 yılı böyle geçiyor. Tarihsel olayları bugünkü gözümüzle çözemeyiz. Hatta 1938’in gözüyle de çözemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın çözemediği sorunları da devraldı. Ermeni sorunu, Kürt sorunu ve din devleti sorunu bunlar arasında sayılabilir. Atatürk’ün 15 yıllık döneminde bu sorunların çözümünde bir aşama kaydedildi. Ama sorunlar 15 yıllık deneyimle ancak bu kadar çözümlenebildi. Burada tarihsel birikimin üzerinde durmamız gerekiyor. Dersim olaylarının sebepleri arasında Cumhuriyetin ilk yıllarının sancılarının etkisi vardır. Olumsuz olarak söylemiyorum ama hızlı modernleşmenin de etkisi vardır. Modernleşme sürecindeki köklü dönüşümün ve kalkınmanın yarattığı bir sorun olduğunu düşünüyorum. Devlet sert bir refleks vermiştir. Ama devletin de o günkü kaygılarını anlamaya çalışmalıyız. Kaldı ki ben Dersim olaylarını Alevi isyanı olarak görmüyorum. Oradaki bir aşiret isyanıydı. Alevilik motifleri yoktu. Orada yaşanan merkezi otoriteye karşı yapılan bir başkaldırıydı. Devlet kendi refleksleriyle bunu bastırmıştır.

Dersim’de yaşananların isyan olarak tanımlanmasına itiraz edenler var. Dersim tarihçi gözüyle bir isyan mı, değil mi?

Ders kitaplarında Tunceli olayları yıllarca isyan olarak tanımlanmış. Hiçbir Alevi bunu sorgulamamış. İsyan mı, değil mi diye bir tartışma yaşanmamış. Bastırılma şekli üzerine tartışmalar olmuş ama adlandırma konusunda ciddi yoğun bir tartışma olmamış. Şimdi Onur Öymen’in sözleri üzerinden, özellikle AB’nin Alevilik kimliğini ön plana çıkarma gayretleriyle, Aleviliğin bu tartışmanın merkezine konmasını doğru bulmuyorum.

Tarih söz konusu olduğunda neden ortak bir dil kullanamıyoruz?

Tarihte olayları nasıl tanımladığınız nereden baktığınıza göre değişir.

Terminolojik yaklaşım çok şey fark ettiriyor. Avrupa Parlamentosu’nda son iki yıldır Dersim olayları için “jenosit” başlıklı konferanslar düzenleniyor. Yani Dersim olayları için soykırım nitelemesi yapılıyor. Bu terminolojiler doğru kullanılıyor mu sizce?
Devletin o dönemdeki müdahalesinin sert olduğunu kabul ediyorum. Ama Aleviler’e yönelik bir soykırım olabilmesi için, bu harekatın Türkiye Cumhuriyetinin farklı yerlerinde yaşayan tüm Alevilere yönelik olması gerekirdi. Aleviler sadece Dersim’de yaşamıyor ki! Sistematik olarak aynı anda böyle bir imha hareketi yok. Aksine Cumhuriyetin Alevilerle son derece barışık olduğunu biliyoruz.
AB, Alevilik’i kaşıyor

Avrupa’nın Dersim ilgisini neye bağlıyorsunuz?

AB Alevilik konusuna girişmeden önce Türkiye’deki Alevilerin hemen hemen hepsi Kemalist’ti. Atatürk’ün kurduğu partilere daha yakınlardı. Üstelik Türkiye’deki şeriat tehlikesinin önündeki en önemli unsur olarak Aleviler olarak gösterilirdi. Peki Aleviler Onur Öymen konuşuncaya kadar hiç kitap okumadılar mı? Tarihsel sorgulama yapmadılar mı?
t Dersim isyanı da Ermeni sorunu gibi, uluslar arası platformda Türkiye’nin önüne gelebilir mi?
Bence gelir. Bu konuyla ilgili belirli adreslerde çalışmalar olduğunu biliyoruz. Buna hazırlıklı olmamamız lazım. Ermeni sorunundan sonra Kürt ve Süryani konuları vardı. Alevi konusu ise kaşınacak bir rezerv olarak saklanıyordu. Şimdi artık rezerv olmaktan çıktı, kaşınmaya başlandı. Bu süreçte kaşımaya ne kadar meydan verdiğimize dikkat etmeliyiz. Aleviler Cumhuriyetle barışık yurttaşlardır. Alevilerin incitilmemesi gerekir.

Hedef: Kemalizm

Aleviler Cumhuriyet ile barışık bir kitle ancak bugünlerde Dersim’in sorumlusu olarak Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le İnönü ve Bayar gösteriliyor. Benzer yaklaşımlar Aleviler’in Atatürk’e bakışını ve sevgisini etkiler mi?
Kemalizm’i Türkiye’nin gündeminden kaldırmaya çalışırsanız, bunu kitlesel duygu boşalmaları ve kitlesel hayal kırıklıklarıyla yapabilirsiniz. Atatürk’ü farklı gösterirseniz, insanların nazarındaki Atatürk yıkılır. Aleviler Kemalizm’le, Atatürk’le barışıktır. Bunun da sebebi Osmanlıdır. Çünkü Aleviler Cumhuriyetle birlikte eşit yurttaş haline gelmiştir. Kemalizm’i bu ülkenin insanlarının bir değeri olmaktan çıkarmak istiyorsanız işte fırsat. Zihinlerdeki Atatürk imgesini farklılaştırıyorsunuz. Kendilerine eşit yurttaşlık veren, ibadet özgürlüğü veren, can güvenliği sağlayan Atatürk’ün aslında onları katleden bir insan olduğunu söylerseniz, bu hayal kırıklığı Aleviler’in sevgisini nefrete dönüştürebilir.

Peki Dersim’de yaşananların sorumluluğu kimin?

Genelde Bayar’a çok sorumluluk yüklenmez. Çünkü Bayar tarih algımızda Kemalizm’in bir devamı olarak görülmez. Çünkü Bayar’ın siyasi kariyerinde Demokrat Parti vardır. Eğer CHP Tunceli’deki olaylardan sorumluysa, aynı mantıkla Bayar’ın kurduğu ve o gelenekten gelen DP de aynı ölçüde sorumlu sayılmalı. Yani kimse buradan kendisini aklamaya çalışmasın. Bu bir hükümet politikası değil, devlet politikası. Üstelik henüz oturmayan bir devlet yapısı var. Türkiye modernleşiyor, ekonomik buhran yeni atlatılmış... Bu koşullarda bir isyan ile mücadele etmek çok da kolay değildi. Ayrıca o günün iletişim koşullarını da unutmayın. Atatürk’e neyin, nasıl aktarıldığını da bilmiyoruz. Tunceli’de olanlar hakkında Atatürk nasıl bilgilendirildi bilmiyoruz. Ama sonuçta ne Atatürk ne İnönü ne de Bayar, Tunceli’deki bir etnik grubu ya da dinsel grubu imha etme hedefinde değillerdi.

Şeyh Sait’in torunları TBMM’ye girdi

Bazı kesimler resmi tarihin Tunceli’de olanları örtbas ettiğini, gerçeklerin de yeni yeni gün ışığına çıktığını iddia ediyor. Bu tartışmanın geçmişte değil de bugün yapılmasını da sis perdesinin kalkmasına bağlıyorlar. “Resmi tarih Tunceli’de olanları gizledi” iddialarına ne diyorsunuz?
Tunceli ile ilgili çok fazla araştırma olmadığı doğru. Ama bu resmi tarih sistematik olarak Tunceli olaylarını gizledi anlamına gelmez. Dünyanın her yerinde resmi tarih olduğu kadar, bunun karşıtı olarak da gayri resmi tarih vardır. Ama Tunceli olaylarıyla ilgili gayrı resmi tarih çalışmaları da yapılmadı. Yapılabilirdi. Şeyh Sait olayları “isyan” olarak adlandırılıyor. Ama Şeyh Sait’in torunları Türkiye’de parlamentoya girebiliyorlar. Demek ki isyan desek bile bilinçaltında süreklilik arz eden bir mimleme yok bizim tarihsel bilincimizde. Şeyh Sait’in iki torunu da parlamentoda çeşitli zamanlarda görev aldılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir kompleksi yok. Dolayısıyla Tunceli’de yaşananların isyan olarak tanımlanması da olumsuz bir referans olarak algılanmamalı. Belki Tunceli’nin kendince bir muhalif tutumu vardır. Ama bu bütün Tunceli isyancıdır anlamına gelmez. Ayrıca Menemen’deki hadise isyan olarak tanımlanıyor. Menemen isyanı Tunceli’deki olayların yanında yüzde 1’dir. Nedense bunu kimse sorgulamıyor. Bir tarafta yargılanmasıyla birlikte neredeyse bir ayda biten bir hadise var. Diğer tarafta iki yıla yayılan bir başka hadise. Her ikisi de isyan olarak geçiyor. Neden kimse Menemen’i sorgulamıyor? İzmir olduğu için mi? Menemen’i isyan olarak izah ediyorsanız ve bu hiç sorgulanmıyorsa, 37-38 Tunceli olayları da devletin tarafından baktığınızda isyandır. Eğer isyan edenlerin tarafından bakıyorsanız, o zaman buna direniş dersiniz.

‘Tunceli adının Dersim ile değiştirilmesi faydalı değil’

Son günlerde “Tarihimizle barışalım, geçmişimizle yüzleşelim” gibi ifadeler sıklıkla kullanılıyor. Ne anlıyorsunuz bu söylemlerden? Yapılan tartışmalar gerçekten bir yüzleşmeye, barışmaya hizmet ediyor mu?
Günümüzde, siyasette uzun yıllardır olmayan bulutlu bir hava var. Bu gidişatla, bu sağırlar diyaloguyla tarihle barışmak mümkün değil. Tarihle barışmanın önderi siyasetçi olamaz. Çünkü siyasetçi o barışı kendi stratejisine göre kullanır. Tarihle barış ancak bilim adamı önderliğinde gerçekleşebilir. Ama konu artık siyasallaşmış durumdadır. Bilimin değil siyasetçinin alanındadır.
t Tunceli adının yeniden Dersim olarak değiştirilmesi de gündemde. Bunun bir faydası olur mu?
Bana göre olmaz. Bugün Tunceli’den bahsederken eski Dersim diyoruz ya, eğer ismi değişirse o zaman da Dersim dediğimizde eski Tunceli diye parantez açmak zorunda kalacağız. Belki o bölge insanı bu değişiklikle kendisini daha iyi hissedebilir.

‘Reçeteye uyulmamalı’

Ama isim değişikliği başka isimlerin de değişmesini tetikleyecekse buna dikkatlice bakarım. Eğer kendi aramızdaki birlik beraberlik ve dayanışma ruhu için bu değişikliği yapacaksak yapalım. Ama dışarıdan gelen reçetelere uymak için değiştireceksek bir faydası olmaz.[2]

Dersim’i konuşmak

Onur Öymen’in Dersim çıkışından bu yana Dersim’de ne olduğunu konuşuyoruz, Dersim hikayeleri dinliyoruz. Bu kadar çok tartışma varken, Dersim’de yaşananlara gözümüzü kapatmamız söz konusu olamazdı. Biz de bu nedenle bir yazı dizisiyle Dersim’de olanları masaya yatırdık. Ancak gördük ki bugünkü siyasi şartlar, tarihe objektif bakmayı çok zor bir hale getiriyor. Yapılan yorumların ve tespitlerin çoğu bilimsel ya da tarihi gerçekler yerine, siyasi temellere dayanıyor. Bu da tartışmaların uzlaşmayla değil, kamplaşmayla sonuçlanmasına sebep oluyor.
*
Fakat şu bir gerçek ki, Dersim travması henüz atlatılmamış. Haberturk yazarı Yavuz Semerci’nin babasını anlattığı Dersim hikayesi de atlatılamamış bir travma örneği. Semerci’nin babası henüz küçük bir bebekken yaşamış Dersim olaylarını. Köy halkı taranınca, kendisi evlatlık verilmiş. Dersim’li olduğunu ise yıllar sonra öğrenmiş. Okurlarımızdan Asmen Ercan Gür’ün dedesi Ali Gür de Dersim’i yaşayanlardan. Ali Gür hatıralarını torunlarına şöyle aktarmış:
*
“Ben o zaman yirmi yaşındaydım, gece Munzur’dan köye gitmek için karşıya geçerken suda gelen cesetlerin beni suda sürükleyip boğmasını engellemek için elimde uzun bir çatallı çubuk ile sudan geçiyordum. Gelen cesetleri çubuğun ucu ile iterek, bana takılmasını engelliyordum. Yine bir gün köyüme gittiğimde askerlerin bir ihbar sonucu köye geldiğini ve köydekileri toplayıp alıp götürdüklerini duydum. İçlerinde kız kardeşim Elif(16) ve erkek kardeşim Bego da(18) vardı. Ormanda kendimi gizleyerek peşlerinden gittim. Çok korktuğum için ortaya çıkıp engel olamadım. Onları Kutuderesi’nin aşağısında Marçik denen yerde Munzur kenarında sıraya dizip oturttular. Sonra taradılar. Bu kafileden sadece erkek kardeşim Bego kurtulmuştu. Kurşunlar sadece iki parmağına isabet etmiş ve ölülerin altında bayılarak kurtulmuştu. Onu tedavi ettim...”
*
Dersim'in acı hatıraları bugün hala canlılığını koruyor. Peki benzer acı hatıralar karşısında ne yapmalıyız? Bazı çevrelerin peşine takılıp, “tarihimizle yüzleşelim” korosuna mı katılmalıyız? Bu koroyu samimi bulsaydım, peşlerine takılın derdim. Ama ne yazık ki “tarihle yüzleşelim” söylemini samimi bulmuyorum. Çünkü yüzleşmeden bahseden kesimlerin büyük çoğunluğu toplumsal barıştan yana değil. Bu kesimlerin yüzleşme bahanesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni karalama ve uluslararası platformda yıpratma peşinde oldukları çok açık. “Tarihimizle yüzleşelim” diyenler, ne Dersim’deki acılarla ilgileniyor, ne de buradaki yaraların sarılmasıyla. Onların yegane isteği Dersim’i siyasi bir rant aracına çevirmek.
*
Peki ne yapmalı? Cevabı basit: Dersim konusunda da başka diğer konularda da eleştiri hakkımızı saklı tutarak, doğru bildiklerimizi söyleyeceğiz. Ama tarihteki acıların siyasi rant aracına dönüşmesine hizmet etmeyeceğiz. Yapıcı eleştirilerle geleceğe bakacağız. Geçmişin acılarını, toplumda yeni kutuplaşmaların vesilesi haline getirmeyeceğiz. Ve en önemlisi, geçmişin muhasebesini bugünkü bakış açısıyla yapmayacağız. O günün koşullarını göz önünde bulunduracağız. Mesela Dersim olayları sırasında savaştan yeni çıkmış, henüz 15 yıllık bir devlet ve kurumsallaşmasını tamamlamamış bir ordu olduğunu unutmayacağız.
Dersim’i de başka tartışmalı konuları da konuşacağız konuşmasına ama, terör örgütünün ağzıyla değil, bu milletin vicdanının sesiyle konuşacağız. [3]

Lale Şıvgın-Tercüman

 

Kaynak: Tercüman Gazetesi

[1].http://www.tercuman.com.tr/v1/yazaryazi.asp?id=10000&yazitar=21.11.2009&yaziid=33230
[2].http://www.tercuman.com.tr/v1/yazaryazi.asp?id=10000&yazitar=22.11.2009&yaziid=33239
[3].http://www.tercuman.com.tr/v1/yazaryazi.asp?id=10000&yazitar=24.11.2009&yaziid=33252



Bu haber 1,033 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    Yazarlar

    En Çok Okunan Haberler

    Şirket Haberleri ŞİRKET HABERLERİ


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,947 µs