Sıddıkoğlu
Muharrem Günay
23 Mayıs 2020
İslam'da Millet ve Türk Milliyetçiliği (1)
Nasıl ki milliyetçiliği Müspet Milliyetçilik ve Menfi Milliyetçilik; yani olumlu İslam’a uygun bir milliyetçilik ve İslam’a uygun olmayan; ırkçı, bölücü ve parçalayıcı milliyetçilik diye iki kısma ayrılıyorsa; Ümmetçilik te “Müspet Ümmetçilik” ve “Menfi Ümmetçilik” diye iki kısma ayrılır.
Müspet Ümmetçilik, Hz. Muhammed’in ümmeti-İslam Ümmeti olma şuurunun yanında bu ümmet dairesi içerisinde farklı milletlere, milli devletlere sahip olma ve milliyetçilik şuurunu ve İslam milletleri arasında işbirliğini benimseyen olumlu bir ümmetçilik anlayışıdır. Menfi Yani Olumsuz Ümmetçilik anlayışı ise tıpkı Komünizm ve Siyonizm gibi Millet, Milliyetçilik ve Milli Devlet gerçeğini inkâr ettiğinden İslam’a ters düşer ve bu anlayışın arkasında İslâm ve Türk düşmanları vardır. Yani İslam’da: 1. Millet 2.Milliyetçilik 3. Milli Devlet gerçeğini inkâr eden bir ümmetçilik anlayışı yoktur.
İSLAMİYET IRKÇILIĞI YASAKLAMIŞTIR
Sevgili Pegamberimiz,“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem insan ise topraktandır. Arab’ın, Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.” der ve ırkçılığı yasaklar
İslâm'da ırk var, fakat biyolojinin ve antropolojinin sahasına giren "biyolojik ırkçılık" yoktur. Bunun yanında "aynı soydan-ırktan" gelme şuuru biçimde tezahür eden ve sosyolojinin alanına giren bir milletin birliğini pekiştiren "içtimai ırk-manevi soyculuk" anlayışı vardır ve meşrudur. İnsanlar, madenler (gibi)dir. (Kimi halis, kimi karışıktır.) Onların cahiliyette hayırlı olanları İslam (döne-min)de de hayrlı kimselerdir. (Buhârî, Menâkıb 25) buyuran Peygamber Efendimiz de bazı karekterlerin kan ve veraset yoluyla insanlara geçtiğine dikkat çekmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Tevbe suresi 97. âyette ise: Tevbe-97. “El a’râbu eşeddu kufren ve nifâkan ve ecderu ellâ ya’lemû hudûdemâ enzelallâhu alâ resûlih, vallâhu alîmun hakîm”, “ Bedevi Araplar inkâr ve münafıklık bakımından daha beterdirler. Bununla beraber Allah'ın, Resulüne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar. Allah alimdir, hakîmdir” denilerek özellikle Bedevi Arapların küfre ve nifaka daha yatkın bir millet olduğuna dikkat çekilmiştir. Maide suresi 54. Ayette ise Arapların İslama hizmetten yüz çevirmeleri ve geri kalmaları üzerine Yüca Allah’ın onların yerine bir başka milleti getireceğine dikkat çekilmiştir:
"Ey iman edenler sizden kim dininden dönerse (İslâm’a hizmetten yüz çevirir-geri kalırsa) Allah da onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar müminlere karşı boyunları bükük- alçak gönüllü, merhametli, Kafirlere karşı dik, onurlu ve güçlüdürler. Allah yolunda (korkmadan) cihat ederler. Kınayıp ayıplayanların ayıplamasından da endişe etmezler. İşte bu Allah'ın lutfu ve ihsanı geniştir ve her şeyi bilen de O'dur." (Maide suresi, 54) Birçok İslam alimi bu ayette sözü geçen Milletin Türk milleti olduğu konusunda görüş birliği içerisindedir.
Araplarda Kabile Yapısı ve Asabiyet
Ünlü Edip Cahız'ın işaret ettiği gibi genel kanaate göre İslâm'dan önceki 150 yıla cahiliye dönemi (prehistorik dönem) denmektedir.(Cahız, Kitabu'l-hayavan, nşr. Muhammed Abdusselam Harun, Kahire 1964, 1.74.)
Asabiyet, bir kimsenin asabesini, yani baba tarafından akrabalarını veya genelde kabilesini, ister haklı, ister haksız olsun her zaman savunmaya hazır olmasıdır; dış tehlikelere karşı koymak veya saldırı yapmak gerektiğinde bütün kabile üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur. Bu ruh, kabilenin bütün fertlerini birbirine bağlayan unsurdur… Bedevilerin birlikte yaşaması, birlikte savaşması, birlikte saldırması gerekiyordu. “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” atasözü, kabiledaşa her durumda yardım edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Hatta onun haklı veya haksız olduğunu sorma hakkına bile sahip değildir. Bu anlayışta suçun ferdiliği esas değildi. Cahiliye döneminde söylenmiş bu atasözünü İslâm döneminde Hz. Peygamber de söyledi; bunun üzerine bir adam “Yâ Resûlallah! Mazluma yardım ederiz. Fakat zalime yardım nasıl olur?” diye sordu. Hz.Peygamber buna cevaben “Onu zulümden alıkoyarsın” şeklinde cevap verdi. (Prof. Dr. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, sayfa: 38, Ankara 2004, Buhari, Sahihu’l-Buhari’den nakil)
Kabile hayatında kan davaları, düzeni sağlayacak merkezi gücün bulunmayışı nedeniyle yaygındı. Kan davalarının en büyük sebebi intikam duygusu idi. Arap kabileleri intikam konusunda son derece titiz davranırlardı. Bir adam, başka kabileye mensup birini öldürürse, öldürülenin kabilesi, katilin kabilesinden bir şahsı öldürmeden yahut diyet almak suretiyle barış sağlamadan huzur bulunmazdı. Saldıran gruba aynıyla karşılık vermek kutsal bir görev olarak telakki ediliyordu. Saldırıya uğrayan taraf, intikam alınmadığı sürece zırh çıkarmamaya, başına koku sürmemeye, şarap içmemeye ve eşlerine yaklaşmamaya yemin ederdi. Cahiliye toplumunda kabilesinden biri öldürülen kimse, kolektif sorumluluk duygusuyla öç alınıncaya kadar kabilesi ile birlikte çarpışırdı. (İ. Sarıçam, a.g.e, s:21)
Araplar soy olarak Kahtaniler ve Adnâniler olmak üzere iki büyük kabileye dayanırlar. Kahtâniler asıl Araplar olup, Adnâniler sonradan Araplaşmış kabile ve boylardır.
“Arap yarım adasında yaşayan kabileler soylarının mutlaka Adnâni veya Kahtani kolundan birisine ait olduklarını ileri sürmüşlerdir.” (Şevki Dayf, el Asru'l-cahili, Kahire s. 55)
Adnâniler Hz. İsmail’in neslinden olduğu için bunlara İsmâîlîler de denir. Adnan Hz. Muhammed’in yirmi birinci göbekten atasıdır.(İ.Sarıçam, a.g.e. sayfa:34) Demek ki Sevgili Peygamberimizin soyu sonradan Araplaşmış bir soydur.
Arap kabileleri arasında siyâsi, sosyal ve psikolojik sebeplerle baskın, yağma ve savaşlar eksik olmazdı. Arap kabileleri arasında meydana gelen savaşlara “Eyyâmü’l-Arab” denir. Savaşın geçtiği yere, sebebe veya sonuca göre bu savaşların her birine Yevmü Buas, Yevmü Zû-Kâr ve Yevmü Ficâr gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bu savaşlar, Adnâni kabilelerle Kahtâni kabileler arasında cereyan ettiği gibi, bu iki kola mensup kabilelerin birbiri arasında meydana gelirdi. (İ.Sarıçam, a.g.e. sayfa: 39)
Kabileler arası ilişkilere bakıldığında göze çarpan ilk husus kabileler arası savaşların oldukça fazla olmasıdır. Bu mücadele ve düşmanlık Adnâniler ve Kahtâniler zamanından beri süre gelmiştir. İki kabile arasında müthiş mücadeleler olmuştur. Su, hayvanların yemi, yiyecek ve herhangi bir haksızlık yüzünden çıkan tartışmalar büyümüş kanlı savaşlara dönüşmüş, herhangi katl ve ihanetten doğan bu savaşların 40 yıl sürdüğü dahi görülmüştür. Kan dökmek normal bir şey olup buna gösterilen tepki yine kılıçlar çekmek ve yine kan dökmekle olmuştur.(Bekri, Mu'cemu mesta'cime, 1, 53) Düşmana karşı koymak için güçlü hale gelmek ve en azından iyi bir savunma yapabilmek için küçük ve zayıf kabileler bir araya gelerek tek bir kabile halinde ittifaklar oluşturmuşlardır. Bekri'nin ifadesi ile güçlü kabilelerin zayıf kabileleri ezmeleri ve sömürmeleri sonucu zayıf ve küçük kabileler güçlü ve büyük kabilelere ve büyük kabilelere iltihak ederek büyük veya güçlü kabilelerin sahip olduğu hak ve sorumluluklara ortak olmuşlardır.
Araplar arasındaki savaşlara ancak adına “HARAM AYLAR” denen, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında ara verilirdi. Herhangi bir sebepten bu aylarda çıkan savaşlara “Ficar Savaşları“denmiştir. Cahiliye Arapların arasında kabileye karşı büyük bir bağlılık vardı. Kabileye ve dolayısıyla soya sıkı bir şekilde olan bağlılık, bununla ilgili olarak soy ilminin-nesep ilminin (ilmu'l ensab) doğmasına neden olmuştur.
Sevgili Peygamberimizin asabiyeti yasaklayan bazı hadis-i şerifleri şunlardır:
"Cübeyr b.Mutim(r.a.)'den Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Asabiyete çağıran; asabiyet üzere savaş yapan ve asabiyet üzere ölen bizden değildir."Yani bunu helal sayarsa bizim dinimizden değildir veya (helal saymadan yaparsa) bizim kâmil yolumuz üzere değildir, demektir. Bu hadiste geçen "asabiye" kelimesi baba tarafından akrabalar demektir ki, aşiret, ırk, ırkçılık anlamlarında da kullanılıyor.) Dikkat edilirse bu hadiste işaret edilen kabile savaşlarıdır.
Vesile b.Eska'dan(r.a.)şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ey Allah'ın Resulü, asabiyet nedir?"dedim. O:
"Zulüm üzere kavmine yardım etmendir,"buyurdu.
Süraka b. Malik b. Cuğşüm(r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir.
"Resulüllah (a.s.) bize hutbe okudu ve şöyle buyurdu:"Sizin en hayırlınız, günah işlemediği sürece, kavmini savunandır."
Abdullah (r.a.)'dan Peygamber(s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim kavmine haksızlık üzere yardım ederse, o, kuyuya düşen ve kuyruğundan çekip çıkarılmaya çalışılan deve gibidir."Yani, her kim kavmine batıl üzere yardım ederse, günaha düşer ve helak olur. Kuyuya düşüp de kuyruğundan tutup çıkarılmaya çalışılan deve gibi. (Mansur Ali Nasıf, et. Tac, C.5,s.46).
Arap kabilelerinin yapısı, hürler, köleler ve Mevâlî’ler veya Mevlâlar (azadlı köleler) kölelerden oluşurdu. Köleler ve cariyeler pazarlarda bir hayvan gibi alınır ve satılırdı. Mekkeliler arasında Kusay soyundan olanlar diğer hürlere karşı asilzâde sınıfını oluşturuyorlardı. Kureyş ve Sakîf gibi kabilelere mensup olmak şeref ve itibar vesilesi idi.
Arapların İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslâmi dönemdekilerden ayırmak için bu döneme Cahiliye Devri denmiştir. Bilgisizlik, cehalet, zorbalık, barbarlık ve vahşet hüküm sürdüğü için o döneme “Cahiliyet” adı verilmiştir.
Câhiliyenin temel özellikleri ve o döneme damgasını vuran hususlar, bilgisizlik, şirk, putperestlik, kabile asabiyeti, zorbalık, zulüm, haksızlık, adaletten, sulh ve nizamdan yoksunluk, çapulculuk, insan haklarını çiğnemek, insanların soylarından dolayı ayıplanması veya üstün görülmesi, çocukları öldürmek, kız çocuklarını toprağa gömmek, vahşiyane hareketler, kan davası, içki, kumar gibi davranışlardır. İslâm bunların tamamını yasaklamıştır.(İ.Sarıçam, a.g.e. sayfa:42)
İşte Hz. Muhammed Araplar arasında görülen bu cahiliye devri adetlerini ve savaşlarını asabiyet ve Irkçılık olarak nitelemiş ve kesin olarak yasaklamıştır. Bu durumu milliyetçilikle karıştırmamak gerekir. Milliyetçilik ile asabiyet ve ırkçılık kavramları bir birine tamamen zıt kavramlardır. Milliyetçilik birliği bütünlüğü emrederken, asabiyet ve ırkçılık toplumu bölmeyi, parçalamayı ve bölücü olmayı hedeflemektedir. Unutmayalım ki Hz. Muhammed asabiyeti ve ırkçılığı yasaklarken bir dava ve ülkü etrafında toplanmış-kenetlenmiş bir toplumu hedefliyordu.
MÜSPET VE MENFİ MİLLİYETÇİLİK
Bazı İslam düşünürleri Milliyetçiliği menfi ve müspet olmak üzere iki kısıma ayırıyorlar. Menfi-olumsuz milliyetçilikten kasıt, ırkçılık, bir milletin birlik ve beraberliğine engel olan; kabileler, aşiretler ve boylar arasındaki çatışmalar ve mücadeleler olup Sevgili Peygamberimiz Cahiliye Devri kalıntısı olan bu tür hareketleri asabiyet olarak isimlendirmiş ve yasaklamıştır. Müspet milliyetçilik ise İslam’ın meşru saydığı ve teşvik ettiği bir milliyetçilik anlayışıdır ki, ferdin mensubu olduğu milleti sevme, koruma ve geliştirme ülküsü olarak ifade edilebilir. Aslında Müspet ve menfi milliyetçilik şeklinde bir ayrım gereksizdir, çünkü milliyetçiliğin olumsuzu olmaz, olumsuz, ırkçı ve bölücü olan bir anlayışa milliyetçilik değil ırkçılık denir.
Türk İslam Ülküsü adlı eserin yazarı S. Ahmed Arvâsi, “Neden Türk İslam Ülküsü” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar haline koymak ister. Mesela, sanki bir insan, hem “dindar”, hem “milliyetçi”, hem “medeniyetçi” olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan “ÇATIŞAN GÜÇLER” meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca planlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli sene veya yüz sene geçmesi gerekir. Mesela, Osmanlı Türk Devleti’nin parçalanması ve Orta Doğu’nun sömürgeleşmesi için, dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, “din” ile “milliyetçilik” arasında zıddiyet ve düşmanlık duyguları doğurmayı planlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar:
Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı “Les Francs- Maçons” kitabının 127. Sayfasında okuduğumuza göre İslâm dünyasında Masonlar Cemaleddin-i Afgani ve Muhammed Abduh gibi “din politikacılarını” localarına kaydederek onların eliyle “Dini milli yapılara göre reforme ederek” âlemşümul İslâm dinini bozmak, öte yandan Müslüman Kardeşler (Freres Musulmans) hareketi ile de “İslâm’da milliyetçilik yoktur” propogandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle -çok kahpece bir planlama- bir birine zıt “İslâmcı” ve “milliyetçi” sun’i düşman kampları doğurmak istemişlerdir…. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes değeri, birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor. O halde, Türk milliyetçilerine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu, her şeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır.” (T.İ.Ü. cilt1/7)
Aynı güçler bu günde “Ilımlı İslâm“ adı altında bazı cemaat ve siyasi partileri kullanmaktadırlar. İslâm, İslâmdır. Bu dinin adını bizzat Allahü Teâla vermiştir. İslâm barış dinidir. Ilımlısı veya bir başkası olmaz. Eğer Ilımlı İslâm’dan kasıt, ABD ve Batı’ya bağımlı ve Kur’an-ı İncilleştiren bir İslâmi anlayış ise bunun dinle imanla bir ilgisi yoktur. Müslümanlar bu konuda da uyanık olmak zorundadırlar.
Türk milliyetçiliğine düşman olanlar kesinlikle Türk milletine, İslâm dinine ve Müslümanlara düşmanlık güdenlerdir. İslam’da milliyetçilik yoktur safsatalarının arkasında da bu Türk ve İslâm düşmanları ve İslâm dünyasının uyanmasını-kalkınmasını istemeyen şer güçler vardır. Nasıl ki bir ferdin kendi ailesini sevmesi ve ailesi için çalışması meşru ve güzel bir işse bir insanın kendi milletini sevmesi ve milleti için çalışması da meşru ve güzel bir iştir. Biz bütün İslâm milletlerinin İslâmi sınırlar içerisinde sınırsız milliyetçilik yapmasından yana olup yine İslâmi sınırlar içerisinde sınırsız Türk milliyetçiliğinin yapılmasından yanayız.
İslam’da Kan Bağı ve Akrabalık İlişkileri
İslâm kan bağının, akrabalığın, ilişkilerinin önemini inkâr etmez. Bunları kabul ederek bağların güçlendirilmesini, ilişkilerin geliştirilmesini öngörür. Bu nedenle Kur'an'da mü'minler akrabalık bağlarının kesilmemesi konusunda uyarılır: "Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kırmak)tan sakının." (en-Nisa /1) Muhammed suresinde ise akrabaları ile bağlarını kesenler şiddetle uyarılır ve akrabalık bağının kesilmesi münafıklık alameti olarak gösterilir ve şöyle buyurulur: "Demek iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? Onlar Allah'ın lânetleyip sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir." (Muhammed suresi / 22-23)
Kur'an'a göre mü'minler kardeştirler (el-Hucurât /10) ama; akrabalar birbirine daha da yakındır: "Rahim sahipleri (kan akrabaları) Allah'ın kitabına göre birbirine daha yakındırlar" (el-Enfal/75). "Rahim sahipleri (anne tarafından akrabalar) da Allah'ın kitabında birbirlerine öteki müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar" (el Ahzab/6) Bu nedenle birbirlerinin mirası hakkında öncelikle hak sahibidirler. Ancak bunun dışında da akrabaların gözetilmesi, onlara yardım edilmesi gerekir: "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder." (en-Nahl /90) "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler..." (en-Nur, 24/22).
Rahim (akrabalık bağı) Rahman'dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır." (Kaynak: Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebu Davud, Edeb 66, (4941) Ravi (r.a.): Abdullah İbnu Amr İbni'l-As)
Resulüllah (sav) buyurdular ki: "Nesebinizden sıla-i rahm yapacaklarınızı öğrenin. Zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır." (Kaynak: Tirmizi, Birr 49, (1980) Ravi (r.a.): Ebu Hüreyre)
Resulullah (sav) buyurdular ki: "Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır, ama zi-rahm'a (yani akrabaya) yapılan ikidir; Biri sıla-i rahim, diğeri sadaka." (Kaynak: Nesai, Zekat 82, (5, 92); Tirmizi, Zekat 26, (658); İbnu Mace, Zekat28, (1844) Ravi (r.a.): Selman İbnu Amir)
Yakından Uzağa İlkesi
Resûlullah efendimiz, Müddessir sûresinin nazil olmasıyla, insanları İslam dinine davete başlamıştı. Bu daveti gizli yapıyordu. Bir müddet sonra da: “Yakın akrabanı Allahü teâla’nın azabı ile korkutarak, onları hak dine çağır” (Şu’ara sûresi: 214) mealindeki ayet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselam, akrabalarını dine davet etmek için Hazret-i Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebu Talib’in evine çağırdı ve onları hak dine çağırdı.
İslâmiyet gerek davet konusunda, gerek iyiliği emir ve tavsiye konusunda gerekse yardımlaşma ve dayanışma konusunda hep yakından uzağa ilkesini takip etmiştir. Bir nokta da Milliyetçilik bu ilkenin hayata geçirilmesidir.
SOSYOLOJİK BİR KAVRAM OLARAK MİLLET I
İşin dini boyutundan sonra Millet nedir? Sorusuna cevaplar aramaya başlayacağız. İşe bir zamanlar elimizden düşürmediğimiz Kurt KARACA takma adıyla yazı yazan Prof. Dr. Fikret Eren’in “Milliyetçi Türkiye“ adlı kitabıyla başlayalım:
“Türk milletini meydana getiren faktörler, tabii ve objektif, manevi veya sübjektif olmak üzere ikiye ayrılır. Tabii ve objektif faktörlerin başında dil, yurt ve soy birliği gelir. Manevi ve sübjektif faktörler ise, bilhassa kültür, ülkü, tarih ve bağımsız olarak yaşama arzusudur.” (K. Karaca, sayfa 16) Kurt Karaca, dil, yurt ve soy birliğini şu şekilde açıklar:
“Dil birliğini sağlayamamış bir topluluğun, millet vasfını kazanması mümkün değildir. Tarihte milletlerin doğmaları ve yok olmaları, genel olarak dillerin doğuş ve unutulması ile birlikte olmuştur... Milletimizi meydana getiren dil Türkçe’dir ve yüzyıllardan beri canlı bir şekilde yaşamamızın, dağılıp yok olmamamızın en öneli faktörlerinden biri olmuştur.
Yurt (ülke) birliği... İnsan, içinde doğup yaşadığı coğrafi çevrenin şartlarına uyar. Ayrıca coğrafi çevrede yaşayan insanlar, ortak özelliklere, yakınlık ve benzerliklere sahip olur, duygu, düşünce, ülkü birliğine erişir, acı tatlı hatıralar edinir. Ülke (yurt), milleti meydana getiren bir faktör olduğu için,milli bütünlük ancak ülke bütünlüğü ile sağlanır....
Soy birliği, Türk Milleti’nin en canlı ve itici faktörüdür. Atatürk, ‘Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’ derken, milletimizi meydana getiren en önemli faktörün, soy faktörü olduğunu belirtmek istemiştir. Soy, organik bir unsur olduğu için, insanların fikri, fiziki yetenek ve güçlerini meydana getirir. Her soyun fikri ve fiziki gücü birbirinden ayrıdır. Türk soyunun bağımsız bir soy olarak varlığı ve değeri bilginler tarafından kabul edilmiştir. Bu büyük ve değerli soy, yozlaşma ve yabancılaşma tehlikesine karşı korunmalıdır. Tarihte 16 Dünya imparatorluğu ve (sayısız devlet) kurmuş bir soy olması onun değerli oluşunun en büyük delilidir. (K. Karaca, 17-18)
Yüce kitabımız Kur’an “biyolojik ırk“ gerçeğine parmak basar; fakat “ırkçılığı“ yasaklar. Sevgili Peygamberimiz de bir hadislerinde “İnsanlar madenler gibidir“ demiştir. Etnik temellere dayanan Irkçılığı yasaklayan İslam, üstünlüğü takva ile Allah ve Resulüne iman ve hizmet etmekte ileri olmakla tayin eder. Yine Kur’an’dan anladığımıza göre (Rum 22, Fatır 27-28) insanların renklerinin, ciltlerinin, dillerinin ayrı ayrı olması Allah’ın varlığını, birliğini, gücünü ve kudretini gösteren delillerindendir.
Türk Milliyetçiliğinin benimsemiş olduğu “soy birliği” anlayışının; Hitlerin ırkçılık teorileri ve ‘laborotuvar ırkçılığı‘ ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Bizim anlayışımız, aynı soydan gelme anlayışına dayanan “Manevileştirilmiş bir soyculuk“ anlayışıdır. Bu konuyu S. Ahmed Arvâsi şu şekilde açıklar:
“…Milletlerin hayatında önemli bir yer tuttuğuna şahit olduğumuz ve sosyolojinin “içtimai ırk“ olarak ele aldığı ve “biyolojik ırkçılık“ tan tamamen ayrı diğer bir gerçek vardır. Türk milliyetçiliği, politikasını “biyolojik ırkçılık“ üzerine kurmayı reddetmekle beraber, “içtimai ırk“ gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.
Nedir içtimai ırk?
Adından da anlaşılacağı üzere,“içtimai ırk“ biyolojinin konusu değildir. Sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların “soy birliği şuuru” dur. Ortak bir şuur tarzında beliren “mensubiyet duygusunun“ soy ve kan birliği şuuru biçiminde de duyulmasıdır. Zaten, biyolojik veraset yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhi, hem de fiziki bakımdan birbirine yaklaştırır. Aynı kültürün içinde yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanlar arasında “evlenmeler“ kolaylaşacağından tarih içinde, bir oluş ve yoğruluş halinde insanlar “ fizikman da “ birbirlerine benzemeye başlarlar. Yani, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bütünleşmelerden, sosyolojik bir zaruret olarak, zamanla bir “içtimai ırk“ doğar. (S. A. Arvâsi, Türk-İslam Ülküsü 1, 118)
“Biyolojik ırkçılık“ parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığı halde, “içtimai ırkçılık-soyculuk“ birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşır.
“İçtimai ırkçılık veya Manevileştirilmiş bir soyculuk“: İnsanların aynı soydan geldiklerine ve aynı millete mensup olduklarına inanmalarıdır.
Kimse biyolojik verasetini tayin iradesine sahip değildir. (Bu Allah’ın bir takdiridir.) Ama “içtimai ırk“ tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı dine ve ülküye sahip insanlar arasında “kan ve soy birliği“ şuurunun güçlenmesine yol açar. Kendi içine kapanan dar bölge, “aşiret“, “tabaka“, “etnik gruplar“ arasında “evlilik köprüleri“ kurarak “milli şuuru“ güçlendirir. Bütün Türk tarihi boyunca, aşiretler ve beylikler arasındaki çatışmaları yumuşatmada bu yol, pek çok kez denenmiş ve faydalı da olmuştur.(S. A. ARVASİ,121)
Bunun yanında bir millete mensup olmak da bir noktada kader işidir, Ziya Gökalp’in de belirttiği gibi: “Millet iradi bir kavram da olamaz. Çünkü her ferdin milliyeti, onun keyfine, iradesine tabi bir şey değildir. Görünüşte fert kendisini şu yahut bu millete mensup kabul etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertte böyle bir hüviyet yoktur. Bir millete mensup olmak bir kader işidir. Fert bir millet içerisinde hayata gelir ve o milletin terbiyesini alarak yetişir ve o kültürel zümreye dâhil olur.” Biz de bu gerçekten hareketle; Bir millete mensup olmanın kader işi, din seçmenin ise tercih işi olduğunu belirtip, “TÜRKLÜK KADERİMİZ, İSLAMİYET TERCİHİMİZ “ diyoruz.
SOSYOLOJİK BİR KAVRAM OLARAK MİLLET II
İnsanlığı bir aile olarak kabul edersek, milletler de bu ailenin şahsiyetlerini korumak isteyen ve inkâr edilmeleri imkânsız olan birimleridir. Tarih, milletlerin kolay kolay yok olmaya rıza göstermediklerine aksine çok çetin direniş gösterdiklerine şahittir. Ne Alman Almanlığından, ne Fransız Fransızlığından ne de Arap Araplığından vazgeçmek ister. Çünkü bu duygular insanda fıtridir ve insanoğlu var olduğu sürece yaşayacaktır. Bütün “internationalist” akımlar (komünizm, Siyonizm vb.) millet ve milliyetçilik karşısında mağlup olmuşlar ve tarih boyunca da mağlup olmaya mahkûmdurlar.
Milletlerin arkasında zengin bir tarihi miras vardır, bu nedenle suni bir millet meydana getirilemez, suni devletler meydana getirilebilir, fakat onlar da uzun ömürlü olmaz.
Sadri Maksudi ARAL, Türk milliyetçiliği konusunda şöyle der:
“Bu günkü milliyetçilik sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır: Kan tahliliyle uğraşmaz, kafataslarının şekliyle de ilgilenmez. Muayyen bir millete bağlılık ruhu bu günkü milliyetçiliğin esaslarıdır. “ (S. M. Aral, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, s. 189)
Bir milletin meydana gelebilmesi için dil, soy ve yurt birliğinin yanında kültür, ülkü, tarih ve bağımsız olarak birlikte yaşama arzusu gibi sübjektif faktörlerin de olması lazımdır. Kültür, ülkü ve tarih, aynı soydan geldiklerine inanan, aynı dili konuşan insanlar arasında ortak bağ ve ilişkiler kurar. Sanat, destan ve hatıralar milletlerin kurulmasında büyük rol oynarlar. Oğuz Destanı, Dede Korkut, Boz kurt miti ortak değerlerdir. (K.Karaca,19)
Prof. Dr. Remzi Oğuz ARIK, Türk soyundan gelmeyip de acı tatlı günlerimizde bizimle birlikte olup kader birliği yapanları da Türk soyundan saymıştır:
“Millet soy esasına dayanan, kültür birliğini benimsemiş insan kitlesidir. Türk soyundan gelenlerle birlikte, bu soyun yarattığı kültürü benimsemiş, bu kültür hayatını benimsemiş, bu kadere katılmayı benimsemiş olanlardan meydana gelir.
Soyu Türk olma(ma)kla beraber Türk soyunu benimseyen, Türk kaderine kapılan, bu husustaki iradesini kara günlerde belirtip işleyen, yani Türk kalan insanları biz bugün milletimizin öz çocuğu bilmekteyiz.” (R.O.Arık, İdeal ve İdeoloji, s.109)
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, “Bu günkü batı dünyası, bilhassa Amerikalıların tesirinde olmak üzere milliyetçilik denince daha çok faşizm ve Nazizm’i anlamaktadır. Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeder.” (E.Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.109)
Güngör, milliyetçiliği, ileri millet olmanın başka bir hali olarak görür:
“Kitlelerin millet olma çabalarında rehber edindikleri prensiplerin siyasi doktrin haline gelmesine milliyetçilik diyoruz. Milliyetçilik bugünkü cemiyette Marksizm de dâhil olmak üzere bütün dinlerden daha kuvvetli bir birleştirici güç kaynağı durumundadır. Siyasi ve sosyal birliğin temeli her yerde milli birliğe dayanmakta, mevcut siyasi birlikler de ayakta kalabilmek için bir an önce millet denilen sosyal bünyeyi gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Milliyetçiliğin çeşitli memleketlerde birbirinden farklı manzaralar göstermesi de onun ideolojik bir dünya görüşünden ziyade sosyal gerçeklere dayanan bir siyasi-sosyal değişme cereyanı olduğunu gösteriyor. Her memleket kendine mahsus tarihi gelişme seyrine uygun olan ve mevcut şartlarda en iyi bağdaşabilen bir sosyal ve kültürel bünyeye kavuşma gayreti içindedir. Bu bakımdan milliyetçilik adeta modernleşmenin, modern ve ileri millet olma çabasının başka bir adı haline gelmiştir.” (Dr. A.Tekin. Alparslan Türkeş’in Liderlik Sırları, 69)
Bu arada Prof. Dr. Ali Fuad BAŞGİL’ ait bir millet tanımı da verelim:
“Türk milleti, Türkçe konuşan, damarlarında Türk kanı taşıyan, (taşımasa da) yahut Türk asıllarından geldiğine inanan, mazide atalarının şahsında Türklüğün acı, tatlı günlerini yaşamış yahut bu günlerin hatıralarını benimsemiş olan gönlü ve kültürü ile Türklüğe bağlı ve Türk’üm diyen vatandaşlardan mürekkeptir” demektedir.
Değerli bilim adamlarımızdan Mehmet İzzet, “Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat“ adlı eserinde : “Türk Kimdir?“ sorusuna “Kendini Türk bilendir“ şeklinde cevap verildiğini belirttikten sonra; “Bu cevap doğrudur, fakat eksik bir cevaptır. İnsanın kendisini Türk olarak bilmesi yeterli değildir. Ben Türk’üm diye aynı zamanda gerçekten Türk olmalıdır” derken; ben Türk’üm diyen bir insanın Türk milletini meydana getiren kültürel değerleri benimseyen, koruyan, yaşayan ve bu değerlerin geliştirilmesi için çalışan bir insan olmasının gereğine dikkat çekiyor.
Alparslan Türkeş de 3 Mayıs 1944 olaylarında savcının sorularına cevap verirken:
-Demek Türk’üm diyenleri kabul ediyorsunuz.
-Evet, dedim, ama Türklüğü kendilerine tamamıyla sindirmiş, temessül etmiş olanları... Yoksa yalnız ben Türk’üm demekle bu iş olup bitmez. Mesela bugün bir Yahudi gelir, Türk olduğunu iddia eder. Fakat dili Türkçe değildir, gelenekleri Türk gelenekleri değildir, her şeyi başkadır. Böylelerine Türk denmez, denemez. Benim kabul edebileceğim şekil söylediğim gibi dili, geleneği ve her şeyi ile Türklüğü benliğine, ruhuna sindirmiş olmaktır. (Dr. A.Tekin, a.g.e. s: 111)
Türkeş’e göre samimi olarak “Ben Türk’üm” diyen ve kendisini Türk hisseden herkes Türk’tür. “Kalbinde başka yabancı başka bir miletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk’tür.” (A. Türkeş, Dokuz Işık, 91, İst. 1978, ayrıca bak sayfa 94, 134)
Türk Dünyasının bilge lideri Alparslan TÜRKEŞ yaptığı konuşmalarda Türk milletinin bölünmez ve mukaddes bir bütün olduğuna dikkat çeker ve şöyle derdi: “Biz Türk milletini doğulusuyla, batılısıyla, kuzeylisiyle, güneylisiyle bölünme kabul etmez mukaddes bir bütün olarak gören ve Cenâb-ı Hakkın emaneti olarak bağrımıza basan bir fikrin temsilcileriyiz.”
SOSYOLOJİK BİR KAVRAM OLARAK MİLLET III
Z. GÖKALP’ te milleti kültürel bir zümre olarak kabul eder ve şöyle der:
“Millet, dilce müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden meydana gelmiş bulunan kültürel bir zümredir” Der ve şöyle devam eder: “Bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, terbiyece ve ana dilce müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ruhumuzdan geliyorsa, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor.“ (Z. GÖKALP. Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri s.227)
GÖKALP’e göre millet, coğrafi, ırki ve kavmi bir zümre değildir. Yine millet bir imparatorluk içerisinde yaşayanların toplamı da değildir. GÖKALP‘e göre millet, iradi bir kavramda olamaz. Çünkü her ferdin milliyeti, onun keyfine, iradesine tabi bir şey değildir. Görünüşte fert kendisini şu yahut bu millete mensup kabul etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertte böyle bir hürriyet yoktur. Bir millete mensup olmak bir noktada kader işidir. Fert bir millet içerisinde hayata gelir ve o milletin terbiyesini alarak yetişir ve o kültürel zümreye dâhil olur. Yani bir noktada Türklük bir kader işidir. GÖKALP’e göre millet eğer coğrafi bir zümre olsaydı bu gün İran’da yaşayan Türklerle Farsların bir millet olmaları gerekirdi. GÖKALP’ in fikirlerinden öğrendiğimize göre millet, ırki ve kavmi bir zümre de değildir. Çünkü tarihten önceki devirlerde bile saf ve karışmamış bir ırk bulmak mümkün değildir. Millet kavmi bir zümre de olamaz, çünkü milletler akraba veya çeşitli kavimlerin tarih içerisinde karışıp kaynaşmasından ve kültürel bir zümreyi oluşturmasından meydana gelmiştir. Millet aynı zamanda bir imparatorluk içerisinde müşterek bir siyasi hayatı yaşayan insanların toplamı da olamaz. Çünkü imparatorluklar çok ulusludurlar.
Ziya Gökalp’e göre Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. Yükseltmek ilimde, kültürde, dinde, teknolojide, sanat vs alanlardadır. Bir milletin yükselmesi başka bir milletin gözyaşlarıyla değil, milleti oluşturan fertlerin el ele, gönül gönüle vererek çalışmasıyla olur. Gökalp Türkçülüğün Esasları’nın 23’ncü sayfasında : “Türküm diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur” demektedir.
Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışını ortaya koyduktan sonra onun Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak terkibinden bahsetmemek elbette olmaz. Gökalp bu terkibini Türkçülüğün Esasları’nda şöyle açıklamaktadır:
“Türk milletindeniz dediğimiz için dilde estetik, ahlakta, hukukta, hatta dini hayatında ve felsefede Türk kültürüne (Türk zevkine, Türk vicdanına göre) bir orijinallik, bir şahsilik göstermeye çalışacağız. “İslâm Ümmetindeniz” dediğimiz için, bize göre en mukaddes kitap Kur’an- Kerim, en mukaddes insan Hazret-i Muhammed, en mukaddes mâbed Kâbe, en mukaddes din İslâmiyet olacaktır. “Batı medeniyetindeniz” dediğimiz için de ilimde, felsefede, fenlerde vesair medeni sistemlerde tam bir Avrupalı gibi hareket edeceğiz.”(Türkçülüğün Esasları 73,74)
GÖKALP’ e göre ırkça Türk olmadıkları halde terbiyece ve kültürce tamamıyla Türk ruhuna sahip, saadetlerimiz gibi felaketlerimize de ortak olan ve dince müşterek olan insanlar da Türk’türler.
Türkçülüğün Esasları’nın yazarı Ziya Gökalp:
"Millet, dilce müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden meydana gelmiş bulunan kültürel bir zümredir" der ve şöyle devam eder: "Bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, terbiyece ve ana dilce müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ruhumuzdan geliyorsa, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor." (Z. GÖKALP. Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri s.227,)
Göklap, bu yaklaşımını da şöyle açıklamıştır:
"… Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk'tan yahut Arabistan'dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunlar Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek sair miletdaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizden hariç telâkki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara 'siz Türk değilsiniz' diyebiliriz. Filhakika, atlarda şecere aramak lâzımdır, çünkü bütün meziyetleri sevk-i tabiîye müstenit ve irsî olan hayvanlarda da ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ırkın içtimaî hasletlere hiçbir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu hal câiz olmadığından 'Türküm' diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğü hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur" (Gökalp, Türkçülüğün Esasları,18-19).
Hıristiyan Türklerin Türklüğü
Türk dünyasında yüzdelik oran olarak küçük de olsa Müslüman olmayıp kendini Türk sayan ve bize göre de Türk olan, Türk toplulukları vardır. Bu gayrı Müslim Türkler “Biz Türküz” diyorlarsa hiç kimse onlara “Siz Türk değilsiniz” diyemez. Nasıl ki Hıristiyan olan Arap, Hıristiyan olduğu için Araplıktan çıkmıyorsa bu soydaşlarımız da Türklükten çıkmaz ve çıkarılamazlar. Bize düşen görev zaten çoğunluğu zorla Hıristiyanlaştırılmış olan bu Türk boylarına İslâm dinin tebliğ etmektir.
Z.GÖKALP, Diyarbakır’ın, Doğu ve Güney doğu illerimizin Türklükleri ile bilgiler verdikten ve kendisinin soyca Türk olduğunu belirttikten sonra, “Bununla beraber, dedelerimin bir Kürt yahut Arap muhitinden geldiğini anlasaydım, yine Türk olduğuma hüküm vermekte tereddüt etmeyecektim. Çünkü milliyetin yalnız terbiyeye dayandığını da sosyal incelemelerle anlamıştım“ diyor. (Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, 231)
Terbiye ve terbiyenin “Milli Terbiye“ olması konusunda GÖKALP ve ATATÜRK aynı fikirdedirler. Terbiye konusunda Atatürk şöyle der:
“Terbiyedir ki bir milleti hür, müstakil, şanlı, yüce bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” (H.TANYU Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, 129)
“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin medenileşmesinde en mühim bir amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye_ eğitim programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve milli yapımıza uymayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelen bil cümle tesirlerden tamamen uzak seciye-i milliye (milli kültürümüzle) ve tarihimizle mütenasip-uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü milli davamızın gelişmesi ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Lalettayin (rast gele) bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin tahrip edici neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (Harasat-i fikriye) zeminle mütenasiptir. O zemin, milletin seciyesidir-kültürüdür.” (TANYU,119 )
Osmanlı Devleti millet anlayışına değil, ister Müslüman olsun isterse olmasın devletin tebaası olan bütün fertleri “OSMANLI“ olarak gören bir anlayışa sahipti. Müslüman olmayan unsurların birer birer Osmanlı Devleti’nden ayrılmasından sonra bazı aydınların ve özellikle Abdülhamid’in öncülüğünde “ÜMMET“ esasına yani sadece Müslümanlardan meydana gelen ve adına “İTTİHAD-I İSL M-İSL M BİRLİĞİ” denen bir düşünce ortaya atıldı. Bu düşünce de özellikle İngilizlerin teşvikleri sonucu Arapların Türk’ü arkadan vurmaları ve diğer Müslüman unsurların da bizi terk etmeleri sonucu geçerliliğini yitirdi. Bu gerçeği Atatürk şu şekilde ifade eder:
“Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız… Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli toplumlar, hep milli inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin gücüyle kendilerini kurtardılar… Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı, hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim. (Prof. Turhan FEYZİOĞLU Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi II, 172)
Aynı konuda GÖKALP, Türkçülüğün Esasları’nda şöyle der:
“Bu milletin yakın bir zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona ‘Sen yalnız Osmanlı’sın. Sakın başka milletlere bakarak sende milli bir ad isteme! Mili bir ad istediğin dakikada Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasına neden olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusuyla ‘Vallahi Türk değilim Osmanlılıktan başka hiçbir içtimai zümreye sahip değilim’ demeye mecbur edilmişti. Boşa’ya karşı bu sözü her gün söyleyen vekillerimiz vardı. Boşa, Osmanlı Meclisinde Yunancılığı ile meşhur bir Osmanlı mebusuydu. Mecliste ‘Osmanlı Bankası kadar ben de Osmanlıyım’ derdi.(GÖKALP, Türkçülüğün Esasları, 31)
“Halk Fırkası, hükümranlığı millete, yani Türk Milleti’ne verdi. Devletimize Türkiye ve halkımıza TÜRK MİLLETİ adlarını bahşetti. Halbuki Anadolu İnkılabı’na kadar devletimizin, milletimizi hatta dilimizin adları Osmanlı kelimesi idi. Türk kelimesi ağza alınmazdı.. Hiç kimse “Ben Türk’üm“ demeye cesaret edemezdi. Son zamanda Türkçüler böyle bir iddiaya cüret ettikleri için, sarayın ve eski kafalıların nefretini üzerine çektiler. İşte Halk Fırkası’nın annesi olan “Müdafa-i Hukuk Cemiyeti“, Büyük müncimiz olan Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin irşat ve rehberliğiyle bir taraftan Türkiye’yi düşman istilalarından kurtarırken, diğer taraftan da devletimize, lisanımıza hakiki değerini verdi ve siyasetimizi mutlakıyetin ve unsurlar siyasetinin son izlerinden bile kurtardı. Hatta diyebiliriz ki Müdafai Hukuk Cemiyeti, hiç haberi olmadan, Türkçülüğün siyasi programını tatbik etti. Çünkü hakikat birdir, iki olamaz. Hakikati arayanlar, başka başka yollardan hareket etseler bile, neticede aynı hedefe ulaşırlar. Türkçülükle Halkçılığın nihayet aynı programda birleşmeleri, ikisinin de maksada ve gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir. İkisi de tam hakikati buldukları içindir ki, tamamıyla birbirine mutabık kaldılar. Bu aynılığın bir tecellisi şudur ki, bütün Türkçülerin -hiçbir müstesnaları olmamak üzere- Anadolu savaşına katılmaları ve onun en ateşli müdafaacıları olmalarıdır. Türkiye’de Allah’ın kılıcı Halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki adı Türk Milleti’dir.” (GÖKALP, 183)
Bu yazı 1,579 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
7 Ekim 2020
Mümin Nasıl Olmalı
-
8 Ağustos 2020
Allah İnsanı Yarattı Ve Ülkülerle Donattı
-
19 Temmuz 2020
Allah Tuzak Kuranların Tuzaklarını Başlarına Geçirendir
-
20 Haziran 2020
Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması'nda Yunus Emre'nin Rolü
-
30 Mayıs 2020
Fatih'in Şahsiyeti Nizam-ı Alem ve İ'lay-ı Kelimetullah Ülküsü
-
23 Mayıs 2020
Bayram Namazının Kılınışı ve Evde Kılınma Durumu
-
23 Mayıs 2020
Lider ve Fikir Adamlarımıza göre Milliyetçilik (2)
-
23 Mayıs 2020
İslam'da Millet ve Türk Milliyetçiliği (1)
-
20 Mayıs 2020
Türkçülük Anlayışımız ve Bu Anlayışa Saldıranlar
-
16 Mayıs 2020
Fıtır Sadakası
-
3 Mayıs 2020
3 Mayıs Türkçüler Günü
-
2 Mayıs 2020
Türk Tasavvuf Ekolünün Kurucusu Hacı Bayram-ı Veli?
-
22 Nisan 2020
Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevi
-
13 Nisan 2020
Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu - Kuruluşta Tasavvuf ve Tarikatların Rolü
-
7 Nisan 2020
Berat Gecesi
-
3 Nisan 2020
Tarihin Haklı Çıkardığı Lider TÜRKEŞ
-
27 Mart 2020
Satuk Buğra Han ve Hz.Muhammed
-
20 Mart 2020
İsra Miraç ve Miraç Kandili
-
1 Mart 2020
Cihad Her Müslümana Kıyamete Kadar Devam Edecek Bir Farzdır
-
11 Şubat 2020
Köni Eğri Bolsa / Adalet Eğrilirse Kıyamet Kopar
Yorumlar
+ Yorum Ekle